×

Telefon


TELEFON 

Dr. Vural Yiğit 
 
Bu cep telefonunu icat edenden, Allah razı olsun, mekânı cennet, dünyası, ahiret olsun. Eskiden telefon mu vardı? Nasıl haberleşirdik bilmem. İyi hatırlıyorum, bizim köyün muhtarının manyetolu mu, mantaralı mı ne bir telefonu vardı,  köy odasında dururdu. Şehirdeki yakınlarımıza telefon etmek için oraya gittiğimizde, üzerindeki kulaklığı kaldırır, ha bire yanda duran bir kolu çevirir;
 

 
“Alo, aloo, allooo.” der dururdu. Sonra karşına çıkan, santıral mı, mantıral mı ne? “ Kızım bize bu numarayı bağla” derdi. Kâğıda yazılı numarayı acele ile söylerdi babam. Bir numara, nasıl oluyordu da bizim celep dayının evini buluyor? Hadi buldu diyelim, bizim Halime yengenin sesi, ta buralara kadar nasıl olup da geliyordu? Celep dayımgiller, bundan beş altı yıl önce şehre taşınmışlar. Dayım aslında köyün çobanı imiş, şehre göçünce, koyun alıp satmağa başlamış. Daha sonra işini büyütmüş, büyükbaş mala dönmüş. Babamın dediğine göre dayım çok da cambazmış. “Bizimki, at cambazlarına bile külahını ters giydirir, bilmeyene keçiyi, koyun, dombayı da çömüş diye satar.” Kurban, murban, adak filan derken işi büyütmüş, celepliğe başlamış. Allah,  “Yürü ya kulum” deyince de onu tutan olmamış. Şehirde kocaman bir ev almış, dayamış döşemiş. Biz de bayram seyran, şehre indiğimizde onlarda misafir olurduk. İşte hakiki telefonu ilk onların evinde gördüm. Simsiyah kutu gibi bir şeydi, üzerine, tığ işleme dantel bir örtü örtülmüş, yengem sırf bize hava olsun diye:

“Bu gün de arayan çok oldu, işleri güçleri yok durmadan telefon çevirirler.” “Dün de mal müdürünün karısı aramıştı, görmemişin teki, sanki eskiden evlerinde telefon varmış”, “Tabiii, devlet bunlara bir telefon bağlamış, ücretsiz ya, çevirip, çevirip duruverir.” “ Bizim ki öyle mi ya, Durmuş dayınız ona kaç para saydı da aldı.” “Hem onlara konuşma bedava, ama bizimki öyle mi? Her dakikası para.”

Ben de bu telefon merakı o zaman başlamış olsa gerek. Aletin başına geçer, saatlerce çalmasını beklerdim. Derken, “Dırnnnn, dırnnn” diye telefon çalar. Hemen koşup yengeme haber veririm. O da telaşlanmadan gelir telefonu açar. Ahenkli bir sesle; “Buyurun, Durmuş Bey’in malikânesi, ben eşi Halime.”

“Aaaa! Siz miydiniz Saliha Hanımefendi, biz de şimdi sizden bahsediyorduk. “Kusura kalmayın, arayamadım. Bizim ev bu sıralar çok kalabalık da.” Tabii bu laf bizeydi. Devam ederek; “Nasılsınız efendim, mal müdürü beyefendi nasıllar?” “Ay! İyi olduğunuza çok sevindim.” Sonra bir süre karşıdakinin konuşmasını bekledi. “Aaaaa! ne oldu kuşunuza?  Vefat mı etti! Vah, vah. Ne de olsa hayvan, insan alışıyor zamanla, ölünce de üzülüyor.” “Ah, Ah! sormayın, bizim kanaryanın da hep tüyleri dökülüveriyo. Yemleri de etrafa saçı, saçı veriyo.  Her yeri temizlemekten canım çıktı.” “Ne yaparsın kardeş ben hiç istemiyorum ama eşim kuş sevip duru.” “Elinden gelse, evi kuş kafesine çeviriverecek.” Yengem uzun uzun telefonda konuşmaya devam ediyordu. Neden sonra kapattı, bize dönerek. “İşte görüyorsunuz, yine mal müdürünün hanımı.” “Görgüsüz kadın, bütün gün vır vır, dır dır eder, duruverir gayri.” “Neymiş kuşları ölmüş, bir tek kendinde kuş var sanki”, “Ne yaparsın, başkaca kimselerin evinde yok ki telefon, ara sıra konuşu konuşu verelim.”

Aradan uzun bir zaman geçti, ben ortaokula başladım. Artık dayımların evinde kalıyordum. Yengem sabah, akşam telefonla konuşmaya devam ediyordu. Bana da telefonun ahizesini bile kaldırmayı yasaklamıştı. “Ne olur, ne olmaz, elinden kayar düşüverir.” Okul bitince, babam artık yeter dedi. “Seni okutmaya gücüm yetmez, bak daha sırada kardeşlerin var.” Kısmet bu kadarmış. Yine dayımın yardımıyla, şehir postanesinde bana bir iş bulundu. Annem babam ve kardeşlerimle şehre göçtük. Yeni işim artık telefon santralinde idi. O günlerde şehirlerarası telefon görüşmeleri ancak santraller aracılığı ile yapılabiliyordu. Başka bir şehirde yaşayan abone ile görüşmek isterseniz, önce kadranlı telefonda “Sıfırı” çevirip sonra bekliyordunuz. Bir santral görevlisi karşınıza çıktığında, önce kendi numaranızı söylüyor, sonra karşı tarafı bildirip, beklemeye geçiyordunuz. Eğer ödemeli ararsanız da konuşma ücreti karşı tarafa yazılıyordu. Tabii kabul ederse. İşiniz acele ise “yıldırım” yazdırıp öncelik alabilirdiniz. Ancak görüşme ücreti de katlanırdı. Herkesin de işi de acele olduğundan, bekleme süresinde bir değişme olmuyor, bazen bir görüşme için akşamlara kadar bekleniyordu. 
Artık bütün günüm, konsol dediğimiz,  üzerinde delikleri bulunan bir aletin başında geçiyordu. Fişlerden birini çekip diğerine sokuyor, böylece aboneleri birbirine bağlayarak, görüşmelerini sağlıyorduk. Konuşma süresi ise yalnızca üç dakika ile sınırlıydı. Çok yorucu bir işti ve her gün yüzlerce kişiye dert anlatmak durumunda oluyorduk.
“Kızım, Mersin’de bizim damadın evine bağlayıver de torunlarla bir görüşek.”

“Hangi damada teyze, numarası ne?” “ Ne bilem ben, onda numara çok deyorlar.” “Olmaz teyze, bize telefon numarası lazım.”,  “Eee,  sen santral değil misen? Numarayı da sen buluver gari.”

“Eloo, de orası Tirebolu değilmüdür? Ha bana, Kalfaların Nizamettin’i bağlayıver de bir laflayalım.”

“Kızım, sabahtan yıldırım bağlatmıştım, akşam oldu hala görüşemedik. Ne bu? Santral mı? kağnı arabası mı?”

“Bu santrallar, epten berbat oldu. Beklerim, beklerim, sıra bana eç gelmez. Sanırsın araba kuyruğu. Angi müdüre şikayet edem.”

“Halo, halo, ora Edilvecaz mı? Oradan bana Nurşin’i bağla.”

“ Hele gurbanın olam kardeş, dolu musan? boş musan? Yap bana bir eyilik de şu Erzurum’un, Çat’ına ulaştır beni, hemi?”

“Santral hanım kardeşim, Ödemişten, Nuri Abem beni arayacaktı, Ne oldu?

“Söyler misin sayın bayan. Kaç gündür yazdırıp, yazdırıp duruoorum,

Bir türlü bağlanamoorum.

İşte böyle, her gün kırk milletten insanın derdine çare bulmağa çalışıyorum. Akşama dek kafam kazan gibi oluyor, hatta rüyalarımda bile hat bağlıyorum. Günler, aylar, yıllar böylece gelip geçti derken, teknoloji gelişti. Bununla birlikte, telefon abonelerinin numaraları, önce dört, sonra 5 rakama çıkarıldı. Santral çeşitleri ise durmadan değişiyordu. Önce x-bar, sonra döner sistemler, derken tam otomatik santraller konulmağa başladı. Biz de her yeniliğe ayak uyduruyorduk. Ancak gün geldi santral memuriyeti işi tamamen ortadan kalktı. 

Ben de bu sırada terfi etmiş, postanenin telefon şefliğine atanmıştım. Hat bağlamaktan, herkesin derdini dinlemekten kurtulmuştum ama bu sefer de evlere telefon bağlatmak bir sorun haline gelmişti. Telefona talep fazlaydı. Şimdi herkes evine telefon almak istiyordu. Ancak o kadar çok istek vardı ki semtine göre 5-10 yıl bekleyenler vardı. Fakat bizim milletimiz zekidir, çalışkandır. Ayrıca pratik zekâsı da yüksektir. Bu kez de talep az olan yerden, çok olan yerlere doğru bir hat çekme işlemi başladı.  Nerede boş bir kutu varsa, oradan diğerine kablo çekiliyordu. Öyle ki bütün direkler salkım saçak telefon kabloları ile doldu. Hat bağlamak içinden çıkılmaz bir hal aldı. Bu duruma bir çare bulmak için Yurtdışından uzmanlar çağrıldı. Ancak bu simsiyah yerlere kadar sarkan kablo demetini gören uzmanlar, saçını başını yoluyor, bu durumda nasıl olup da hat karışmadan konuşulduğuna şaşıp, şaşıp kalıyorlardı.  Sonunda “ Mademki bu kablo karışıklığı ile konuşabiliyorsunuz, bırakın böyle kalsın” Diyerek çekip gittiler. Şimdilerde Ülkede yeni bir meslek türü doğmuştu, başka hiçbir yerde olmayan. Gazeteler bol bol telefon ve hat satma ilanları ile doluydu. “56’lı hat, araba ile değiştirilir.” “Sahibinden 49’ lu telefon” “ Telefon hattı, alınır satılır.”
SOKAK KABLO MEZARLIĞINA DÖNDÜ - YAŞAM - Edirne Gazetesi

Şimdi benim görevim daha da zor bir hal almıştı. Eşinden, dostundan, yakınından tanıdığından torpili kapan, doğru bana geliyordu.

“Aman kızım, İcadiye taraflarında boş kutu varmış, bana bir hat çektirive.” “Sen nerede oturuyorsun amca?”, “Ben Dudullu’da oturuyom, kablo parası kaç lira ise verem.” Böylece artık torpil memuresi gibi olmuştum. Müdürüm sık sık telefon ediyor.” “Kızım sana, Müstencep beyi yolluyorum, Maruf Beyin dünürü olur kendileri, bir hat ayarlayıver.” Veya elindeki kartviziti, kendinden emim bir tarzda uzatıp; “Hanımefendi beni Mustafi bey yolladı, kendileri yan komşumuz olur, sizden bir istirhamımız olacak.” Kartın arka yüzündeki yazı hep aynı:

“Hamili kart yakınımdır.”

Günler, aylar böylece geçip giderken, akşama doğru, odamın kapısı tıklatıldı. “Giriniz!” dedim. Düzgün kılıklı, orta yaşlı bir beydi. Saygılı bir şekilde¸ “Hanım efendi, sizden bir ricam olacak” Dedi. istek belliydi, kısa yoldan halletmek için; “ Nereden, nereye olacak bağlantınız?” Diye sordum. “ Hayır, benim ricam hat bağlantısı değil.” “Peki nedir?” Biraz utangaç bir şekilde, “Bendeniz on yıl önce, telefon bağlanmasını talep etmiştim. Aradan geçen zaman içinde unutmuşum. Bir baktım, telefonumuz çıkmış, “Hat bağlamaya geldik.” Dediler. “Çok sevinmiştik, nihayet yıllar sonra bir telefona kavuşacak, konuya komşuya yalvarmaktan kurtulacaktık.” “İyi, hayırlı olsun, güle güle kullanın.” Dedim. “Ancak…” diyerek devam etti. “Tam bu sırada ev sahibi gelip, “Burada yıllardır ucuza oturuyorsunuz, ben evimi satıp ‘Dostelli’ ye yatıracağım, evimden hemen çıkın” dedi. 

“Aman yapmayın” Demeğe kalmadan, “ Mal benim değil mi? Hemen çıkın, yoksa karışmam.” Diyerek çekip gitti. Meraklanmıştım; “Eeee, sonra”, “Sonrası,  şimdi ev arıyoruz. Nereye taşınacağımız belli değil, sizden ricam bu bağlantıyı ertelemeniz.” Ne diyeceğimi bilemedim. Bizimki de böyle bir meslek. Herkes telefon bağlatmak için kırk takla atarken, biri çıkıp, ‘ne olur bağlamayın’ diyerek, ricaya geliyordu. 

1 Ağustos 2022, Bodrum
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt