×

Mucit(Bulucu)



Mucit(Bulucu) 

Vural Yiğit 


 
Keşifler ve icatlar olmasaydı bu Dünya’nın hali ne olurdu bilmem. Belki de hala yonma taş devrini yaşıyor olurduk. Bu nedenle keşifleri ve icatları yapanları ve onların hayatlarını çok sever ve okurum. Evimin bir köşesi, keşifler ve icatlar ansiklopedileri ile doludur. Kimler neleri bulmuştur tarih boyunca?  Papirusu, Mısırlılar, algoritnayı, El Harizmi, Telefonu, Alexander Graham Bell, alternatif akım ve radyo dalgalarını, Nikolas Tesla, ampulü, Thomas Edison, cep telefonunu - Martin Cooper, labtopu, Adam Osborne, daha daha niceleri.
 




Eh, benim de kendime göre bazı icatlarım olmuştu, özellikle çocukluk yıllarında. Her ne kadar büyüklerim bana sık sık, “Yine icat çıkarma” derlerse de ben aldırmam, araştırıp yeni bir şeyler yapmağa, bulmağa çalışırım. Örneğin, daha küçükken, barutla çalışan bir motor yapmağı düşünmüştüm. Mademki çoğu araba motorlarına, “içten patlamalı” diyorlar, patlayıcı bir madde olan barutla çalışan bir motor neden olmasın? Elime bir yerden barut geçmişti, gizlice deneyler yapmağa başladım. Bir boru içine, damla damla barut akıtırsan, bir de buna ateşleme düzeneği koyarsan, her patlayışta pistonu iter, motor çalışır. Bu fikrimi yakın arkadaşım Fikri’ye açtım. O, her şeye muhaliftir. “Ya top gibi patlayıp, geri teperse” dedi. “Eee.. Dozunu ona göre ayarlarsın.” “ Ya barut deposu ne olacak, o da patlarsa, araba uçar.” “Amma da cahilsin” dedim,  “Benzin de yanıcı ve parlayıcı, bak patlıyor mu?” Deyince, verecek cevap bulamadı. Gizli gizli yaptığım birkaç denemeden sonra, saçma barutları elimde patladı, saçım kaşım yandı, babamdan da bir güzel dayak yedim. Ama bütün bunlar beni yıldıramazdı.

Bu arada durmadan yeni buluşları ve geçmişte yapılan icatları ve mucitlerinin hikâyeleri okuyor, notlar alıyordum. İleride ben de bir bulucu olmalı ve ün salmalıydım. Şöyle bir düşündüm: Bu güne kadar yapılan buluşların çoğu insanların rahatını kolaylaştırmak üzerine olanlardı. Örneğin; buzdolabını ele alın, eskiden insanlar sıcak iklimlerde bile yiyeceklerini tel dolaplarda saklarlarmış. Olacak iş mi! Daha sonraları içine buz konan ahşap dolaplar yapılmış. Buzdolabı sözcüğü de buradan geliyor olmalı. Daha sonra mekanik ve elektrikle çalışan dolaplar ortaya çıkmış. Dikkatimi çeken de çoğu buluşların da ev ve mutfak araç gereçlerinde olması. Çamaşır ve bulaşık makinası, elektrikli süpürgesi, saç kurutma makinası, mikro dalga fırını, kurutucu, termos, karıştırıcı, ekmek kızartma, kahve makinası, vantilatör, klima, say sayabildiğince. Bu nedenle ben de bir ev aracı icat etme peşine düştüm. Evin her tarafını araştırıyor, devamlı annemin yaptığı işleri gözlüyordum. Vay be her şeyi bulmuş adamlar, fritöz, patates soyucu, ütü, çırpıcı, ceviz kırıcı bize bir şey kalmamış. Baktım annem en çok temizlik işlerinde yoruluyor, bu kolaylaştıracak bir buluş yapmalıyım diye düşündüm. ‘Düşün düşün çoktur işin’ demişler. Ben de durmadan çizimler yapıyor, kafayı çalıştırıyordum. Sonunda buldum: Hem yerleri, rafları, camları, hem de tavanları silecek bir alet olmalıydı bu. Yerleri temizlemek kolaydı amma, yüksek tavanlara ve geniş pencerelerin camlarına ulaşmak zordu. Merdivenler ise en uğraştırıcı olanıydı. Bir de koltuk ve sedirlerin altları. Böylece her amaç için değişir parçaları olan, tek bir alet tasarladım ve çizimlere başladım. Sonra anneme gidip; “Ana,  bak sana evdeki her işi görecek bir alet düşündüm, ne dersin?”  Diye sordum. Bana kötü kötü baktı. “Hele, git işine” Dedi. Sonra babama söylemiş. Babam yaptığım çizimleri görünce; “Vay, sen ders çalışmayıp, bu zırvalarla mı uğraşıyordun.” Diyerek beni sopa ile kovaladı.

Bizim evde zavallı annem yoğun ev işleriyle uğraşmaktan bitap düşüyordu. Dört kardeştik, yemek, temizlik, bulaşık, çarşı-pazar işleri, dikiş-nakış, şiş örgü, misafir ağırlama, o kadar çok işi vardı ki hepsiyle nasıl başa çıkıyordu bilemiyorum. Evet, ona yardımcı olacak ve iş yükünü hafifletecek bir buluş yapmakta kararlıydım. Bunun için hangi işe ne kadar zaman ayırdığını ölçmem lazımdı. Evde bir süreölçer, yani kronometre vardı. Kimseye çaktırmadan annemin yaptığı işlerin, zaman çizelgesini tutmağa başladım. Bunun için bir pazar gününü seçmiştim. Annem sabahleyin erkenden kalkıp, önce kömür sobasını yakmağa gitti. Bunun için akşamdan kalan külleri boşaltması gerekiyordu, saat tuttum bu iş tam 8.5 dakika sürdü. Sonra kömürlüğe inip kömür doldurdu. Bizimkiler mışıl mışıl uyuyorlardı. Kömürleri tutuşturup, mutfağa girdi, çayı ateşe koydu. Ben yattığım yerden,  yorgan altından ölçüm yapıp, geçen süreyi aklımda tutuyordum. Kahvaltıyı hazırlaması 30 dakikayı buldu. Bu sırada herkes kalkmış, tuvalet kuyruğuna girmişti. Değişik günlerde, annemin hangi işe ne kadar zaman ayırdığını ölçtüm durdum. Kronometreyi pantolon cebine koymuş, annemin peşinde dolanıp duruyordum. Bunun için bir döküm çıkardığımda kadıncağızın hiç boş vakti olmadığını gördüm. En çok zamanını ise temizlik işlerine ayırmaktaydı. Evi devamlı, silip süpürüyor, camları siliyor, halıları silkiyor, lavaboları ovuyordu. Bu nedenle, ev temizlik işlerini kolaylaştıracak bir icatta bulunmam gerekiyordu. Aklıma ilginç bir fikir geldi. Evde hepimizin ayağında terlik vardı. Annem terliksiz içeri koymazdı kimseyi. Eğer eğer evdeki terliklerin altını silme bezi gibi bir şeyle kaplasam, ev halkı gelip giderken, ev içinde gezerken yerleri temizlemiş olurdu. Sonra herkes terliğinin altını silerse, anneme fazla bir iş kalmazdı. Bu projemi ve yaptığım iş etüdünü anneme açıkladığımda, sevineceğini beklerken, tepkisi herkesten fazla oldu.

“Vay! Demek sen benim peşimde bunun için dolanıp duruyordun.”, “Elin cebinde gezeceğine bana yardım etseydin daha iyi olmaz mıydı?” Diyerek süpürge sopasını kaptı, kendimi zor dışarı attım.

Yaşım ilerledikçe,  buluş yapma arzum da bir kat daha artmıştı. Artık lise öğrencisiydim ve en başarılı olduğum ders ise fizikti. Hocam da beni çok seviyor ve hayali buluşlarıma ilgi gösteriyordu. Nihayet beni anlayan birine rastlamıştım.  En son projemi ona açtım. “Hocam, bu günlerde ülkemizin ve Dünya’nın en büyük sıkıntısı enerji krizi değil mi? “Evet, yine ne yumurtlayacaksın bakalım?” Ben aldırmadan devam ettim:

“Ülkemizde çok sayıda hidro-elektrik santrali var, bunlardan elektrik enerjisi elde ediyoruz.” “Evet, bakalım ardından ne çıkacak?” Baraj göllerinin suları da boşa akıp gidiyor. Bazen de kuraklık oluyor, barajlardaki sular azalıyor.” “Eeee!”

“Acaba büyük su pompaları yapılsa, boşa akıp giden suları, tekrar barajlara doldursa, ayni sular tekrar tekrar kullanılsa..” “Yani, devri-daim olsa diyorsun?” “Evet, aynen.” “ Peki, bu senin büyük pompa ne ile çalışacak? Enerjisini nereden alacak?” Bunu soruşuna şaştım: “Elbette santraldaki türbinlerden üretilen elektrik enerjisinden”  Dedim. Yüzüme anlamlı anlamlı baktı, herhalde projemi çok beğenmişti. Ancak birden rengi değişti, kaşları çatıldı, hiddetle;  “Ben aylarca size,  ne öğrettim? Hepsi boşa gitmiş, vay benim emeklerime.” Diye dövünmeye başladı. Merakla sordum:” “Hocam ne oldu?”

“Peki, size öğrettiğim, enerjinin sakınımı yasasına ne oldu?” Hay Allah! Bak bu hiç aklıma gelmemişti, hocamız söylenerek çıktı gitti. Haklıydı, ‘dışarıdan enerji almayan bir sistem, çevresine sahip olduğundan daha fazla enerji sağlayamazdı”.  Bana da sıfırı bastı, o yıl fizikten çaktım, ikmale kaldım.

Yine bir gün biyoloji dersindeydik, hocamız doğadaki şekerleri anlatıyordu. Sakaroz, glikoz, früktoz, levüloz, maltoz falan filan. Bu arada ben dalıp gitmiştim.  Birden aklıma yaz tatilindeki evimizdeki incir ağacı geldi. Bu yaz ağacın üzeri, bal gibi lop lop incirlerle doluydu ve tadından yenmiyordu. Acaba incir ağacı bu kadar şekeri nereden buluyor? Nasıl depoluyordu? Parmak kaldırıp sordum:

“Hocam, meyve ağaçları, kavun, karpuz, incir, üzüm bunca şekeri nereden buluyor?”

Hoca bu soruya çok şaştı, sınıfa dönüp, “Bu sorunun cevabını bilen var mı? Diye sordu. Kimsede ses yok, herkes sus pus oldu. Hocamız çok kızdı, “Yok mu bilen? Sınıftakiler bana kötü kötü bakmağa başlamıştı. Hocamız dellendi, ter ter tepindi. “Ben bunca saattir size ne anlatıyorum, dilimde tüy bitti.” Kimsede çıt yok. Hoca kızdı, köpürdü, söylendi, “ Bu sınıfa ders verilmez, hepinize sıfır atıyorum.” Deyip çıktı gitti. Herkes bana döndü, olmadık şeyler söyleyip hakaretler ettiler. Ben de saf saf “ Ben ne yaptım ki?” diye kendimi savundum.

“Daha ne yapacaksın ki? Biz de bilmiyoruz ama bak soruyor muyuz?”

“Yırtık atletten çıkar gibi, her şeye atlıyorsun.” Artık soru sormak da kabahat olmuştu. Sonradan öğrendim ki ağaçlar topraktan aldıkları su ile havadan aldıkları karbondioksiti,  güneş ışığında tepkimeye sokarak şeker ve oksijen üretiyorlarmış. Bu işleme de fotosentez denirmiş. Hocamız da günlerdir bunu anlatıyormuş.

Aradan yıllar geçti gitti ama benim keşfetme tutkum ve merak duygum hiç bitmedi. Hep yeni şeyler bulma uğraşındaydım. Ancak kimse benim buluşlarıma önem vermiyor, hatta alay ediyorlardı. Tabii kıskançlıklarından.  Onlar eğlensin dursun bakalım, bir gün öyle bir keşifte bulunacağım ki herkes şaşıp şaşıp kalacak. En yakın arkadaşlarım bile alaylı bir sesle, biraz da sırıtarak;

“Eeee, bu günkü icat menümüzde ne var? Uçan araba mı?” “Yok, yok uçan Hollandalı” ardından gevrek gevrek, alaycı kahkahalar.  “Siz daha gülün bakalım, bir gün gelecek..” Kahkahalar devam ediyor, akılları sıra espri yapıyorlardı. Böylece adım “Hayali mucit” olarak kaldı. Bazıları ise “Meraklı turşucu” Diye gır gır geçiyorlardı. 

Şimdi, daha iyi anlıyorum toplumumuzun neden geri kaldığını.  Mucite, buluşa bu ülkede yer yok. “Ne gelirse meraktan, bir de ahmaktan.” Diyorlar. Asıl ahmak kendileri bilmiyorlar.

3.08.2022 Bodrum

 
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt