×

Mübadiller Bölüm-2


Gülcemal Vapuru
(Kaynak:https://www.stinpoli.com/) 

Mübadiller-2
( Büyük Göç)  


Dr. Vural Yiğit 
 

1912 Balkan Savaşı sonrasında Yunanistan ve Makedonya’da, 500.000 civarında Müslüman nüfus yaşamaya devam ediyordu. Özellikle, Selanik, Kavala ve Drama gibi bölgelerde Müslüman nüfus diğer yerlere oranla daha fazlaydı. 1913-1915 yılları arasında ise Yunanistan topraklarında Müslüman nüfus hızla azalmaya başladı ve nüfusun yaklaşık yüzde 30’una yakını, Anadolu’ya gitmek için bölgeden ayrıldı. Savaş sonrasında, Yunanistan'ın idaresi altına giren Trakya, Makedonya ve Epir'den Osmanlı topraklarına göç eden Müslüman nüfus 200.000'den fazlaydı. Makedonya'daki Müslüman nüfusun yüzde 20'si şehirli, yüzde 80'i ise köylü idi ve ana dilleri Türkçeydi. Türkçe konuşan Müslüman Nüfus, Yörükler ve Konya'dan göç eden Koniari adındaki gruplardan oluşturuyordu. Aralarında büyük oranda Bektaşi ve Mevleviler de vardı. Aynı zamanda Selanik’te yaşayan 15.000 Müslüman ve Haham Sabbatay Levi önderliğinde İslamiyet’e geçmiş Selanik Yahudileri Yunanistan’da yaşamaktaydılar. Ege Adalarında oturan Müslümanlar çoğunlukla Türkçe ve Yunanca dillerini konuşan Türklerden oluşuyordu. Sonuç olarak, Balkan Savaşları sonrası, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’de topraklarında yaşayan Türklerin çoğu, Anadolu ve Trakya’ya göç etmişlerdi. 

Bir muhacir kızıyım, 
Yüreklere sızıyım,
Gül bahçeli evimde, 
Gonca gelin gibiyim.

 
Bu arada Anadolu’da Kurtuluş savaşı sona ermiş, vatan topraklarını işgal eden tüm yabancı milletler def olup gitmişti. İsterse gitmesinler, başına gelecekleri çoktan anlamışlardı. Bu arada yeni Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu devam ediyor, bunu yedi düvele kabul ettirmek gerekiyordu.Bu amaçla düzenlenmiş olan Lozan Konferansına katılacak Türk Delege Heyeti, Başdelege İsmet İnönü’nün başkanlığında, 8 Kasım 1922 günü Doğu Ekspresiyle (Orient Ekspres) İstanbul'dan hareket ederek, İsviçre’nin Lozan şehrine vardılar. 11 Kasım 1922 tarihinde başlayan görüşmeler, aralıklarla 8 ay sürdü. Sonunda imzalanan antlaşma ile Türkiye'de yaşayan Hıristiyan kökenli Rum ve Ermeniler ile Museviler azınlık olarak tanımlanmış; mal, mülk ve ibadet hakları güvence altına alınmıştı. Ayrıca Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus mübadelesi yapılmasına karar verilmiş, bunun sonucunda, 1924 yılında yaklaşık bir milyon Hıristiyan–Rum Yunanistan'a, beş yüz bin Müslüman Türk de Türkiye'ye göç edecekti.
 
Lozan Barış görüşmeleri sonrası, İsmet İnönü ve arkadaşları, sevinç ve mutluluk içinde dönüşe geçtiler. Tüm Dünya basını, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile yakından ilgileniyor, üzerine düşen düşmeyen olmadık yorumlar yapıyorlardı. Düveli Muazzamın galipleri, durumu bir türlü hazmedemediler. Mustafa Kemal ise sonuçtan pek memnun değildi. Düşüncesine ve ileri görüşüne uymayan bir sürü detay ve eksik vardı. Şimdilik bununla yetinmek zorundaydı genç Türkiye Cumhuriyeti. Politik olarak antlaşmayı bir başarı saymak mümkündü. Ancak asıl sorun şimdi başlıyordu. Yüz binlerce insan yüzlerce yıldır, doğdukları, büyüdükleri ve yaşadıkları yerlerden ayrılıp, başka diyarlara göç edeceklerdi. Her ne kadar Türkler için bu bir Anavatana dönüş,  sancılı, güvensiz ve güvencesiz günlerin sonu olacak gibi görünse de kim isterdi ki; yerinden yurdundan, bağından bahçesinden, tarlasından sabanından, malından yongasından, atasından ceddinden, sülalesinden ecdadından, soyundan sopundan,  canından can dostundan, salından sandalından, mezarından camisinden ayrı kalmayı  ve de doğduğu büyüdüğü yerlere bir daha hiç dönmemeyi.

30 Ocak 1923 tarihinde TMBB Hükümeti ile Yunanistan arasında imzalanan mübadele anlaşması gereğince, yerinden yurdundan ve topraklarından zorla ve zorunlu olarak kopartılarak, hiç bilmedikleri ve görmedikleri yerlere yollanıyorlardı. O yüz binler, köhne vapurlarla arkalarından bir mendil sallayan biri olmadan yola çıkarıldılar. Yunanistan’ın Kavala, Selanik, Preveze liman kentleriyle, Sakız, Limni, Midilli ve Girit adalarından hüzün dolu gemilerine binenler günlerce kara bulutlara bakarak, kimi de sevinç içinde yol aldılar. 

Yüz binler, çok zor koşullarda geçen yolculuklardan sonra yeni vatanları Türkiye’nin çeşitli liman kentlerine ayakbastı. Genç Türkiye Cumhuriyeti mübadilleri ana vatana getirmeyi başarmıştı. Büyük çoğunluğu deniz yoluyla, diğerleri de demiryoluyla Türkiye’ye sevk edildi. 1923 yılının kasım ayında sevkiyat başladığında, önceleri yabancı gemilerden faydalanma yoluna gidilmişse de İmar ve İskân Bakanlığı Türk armatörleri ve Seyrisefâin İdaresi ile yaptığı anlaşmadan sonra ulaşım genellikle Türk vapurlarıyla yapıldı. Gerek armatörler, gerekse Seyrisefâin vapurları mübadilleri asgari fiyatla taşıdı, çocuklar ile muhtaç mübadillerin yüzde 15’i bedava getirildi. Görev alan gemilerin hemen hemen hepsinde Kızılay heyetleri vardı. Bu gemilerden bazıları şunlardı:

Hacıpaşa, Nilüfer, İstanbul, Ankara, İsmetpaşa, Cumhuriyet, Giresun, Sakarya, Dumlupınar, Canik, Kırzade, Altay, Mahmudiye, Bozkurt, Rumeli, Timsah, Sürat, Salih, Arslan, Türkiye, Akdeniz, Teşvikiye, Trabzon, Bahri cedit, Rize, Sulh, Reşit Paşa, Millet, Kartal, Mahmut Şevket Paşa, Ümit ve Gülnihal. Dört direkli ve çift bacalı Gülcemal, muhaceretin en şanlı ve donanımlı vapuruydu. Daha sonra pek çok sefer yaptı ve ünü Türkiye’yi sardı adına şiirler yazıldı. Bu gemilerin dışında Midilli mübadillerini Ayvalık’a getiren Yunan bayraklı Jenatu ile zengin Giritlileri Cundaya getiren, Andivoni ve Kirason gemilerini de hüzün gemileri olarak sayabiliriz.

Gülcemal Vapuru
(Kaynak:https://www.stinpoli.com/) 


(Mübadele gemilerinden sandallarla karaya taşınan mübadil atalarımız, Kaynak:https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/)


Mübadil atalarımız böyle zorlu bir yolculukla ve telafisi mümkün olmayan kayıplar vererek anavatan’a getirildi.
Kaynak:https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/)

Faytoncu Halil Bey, Selanik’ten göç etme kararını mübadele öncesi vermişti ve hazırlıklar başladığında, aile bir hayli kalabalıktı. Büyük oğlan Hasan, biraz çelimsiz ve zayıf bir çocuktu. Küçük yaşta çocuk felci hastalığına yakalanmış ve bir kolu sakat kalmıştı. Daha sonra doğan Rabia, güzel ve sağlıklı bir kızdı, pek çabuk büyüdü ve serpildi. Ardından Mehmet doğdu, o da iri yarı gürbüz bir çocuktu, yerinde hiç duramıyordu. Aradan bir on yıl geçmişti, aileyi yeni çocuk özlemi sardı, Muzaffer Hanım yeniden hamile kaldı ve mübarek bir Kadir gecesi, annemiz Kadriye dünyaya geldi, daha sonra da Hatice.

Lozan anlaşmasının ardından göç ve mübadele konusu, Selanik’te de gündeme geldiğinde herkes kararsızdı. Belirsizlikler, bilinen ve duyulandan daha çoktu. Ancak Türkler, bir yandan gitme telaşına düşmüş, ev ve bark satışları başlamıştı. Bu durum hızla arttı ve satılık mal ve evlerin sayısı arttıkça değerleri düştü, fırsatçı ve kapkaççılar ortalığı sardı.

Artık göç zamanı gelmişti daha fazla oyalanmanın bir anlamı yoktu, yaşam alanları daralıyordu. Aile meclisi bir araya geldi, uzun uzun tartıştılar, tüm seçenekler ortaya kondu. Akraba, eş ve dostların çoğu göçmüştü ancak gidilen yerlerden iyi haberler gelmiyordu. Genellikle gidenler Selanik’e benzediği için İzmir’i seçmişlerdi. Karar kılındı, İzmir’e göç edilecekti. Edilecekti de ne nasıl olacaktı? Kurulu düzen nasıl bozulacaktı? Faytonlar,  atlar,  arabalar ne olacaktı? Orada ne yapılacaktı, bunca nüfus ne yiyip ne içecekti, geçim, düzen, düzenek nasıl olacaktı? Burada durum kötü olsa da işler iyiydi. Atlar koşuyor, ekmek parası geliyordu. Kenarda kıyıda birikmiş para ve bir miktar da altınları vardı, kötü günler için.

Selanik’te her tarafı karamsarlık sarmıştı. Meyhanelerin ve eğlence yerlerinin hiç tadı tuzu yoktu. Böyle hüzünlü günlerin birinde delikanlı Mehmet, arkadaşları ile oturmuş demleniyordu bir köşe meyhanesinde, içinden geldi bir türküyü tutturdu:

Fayton geldi meyhaneye dayandı
Siyah gömlek al ganlara boyandı
Garip annem oy buna nasıl dayandı
Ağlama çakırım alır alır giderim seni
Arar isen yar gönlünde bul beni
Gide gide gitmez oldu dizlerim
Ağlamaktan görmez oldu gözlerim
Nazlı yâre geçmez oldu sözlerim

Küçük oğul Mehmet’e de bir fayton alınmıştı, sabah akşam Selanik sokaklarında at koşturup, kırbaç sallayıp, tekerlek döndürüyordu, babası ile birlikte. Atlardan arabalardan vazgeçmek olmazdı. Onları da beraber götürmenin bir yolu bulunmalıydı. Halil Ağa evi satılığa çıkardı, zaten oturulacak bir hali kalmamıştı. Ev büyük diye, Türkiye’den gelen bir Rum aile de buraya yerleştirilmişti. Koskoca ev yok pahasına elden gitti, mübadele karşılığında Anadolu’dan bir ev verilecekti belki ama nerde? Ne zaman? Hiç belli değildi.

Denkler yavaş yavaş toplanmağa başlandı. Ancak ortada büyük bir sorun vardı. Mübadele öncelikle kırsal kesimden başlamıştı. Tarlası bahçesi, bağı olana karşılığında bir yer, arazi veriliyordu ama şehirden göç edecekler için durum henüz belirsizdi. Yükte hafif pahada ağır her şeyi bir yere yığdılar. Çocuklar henüz küçüktü. Rabia genç kız olma yolundaydı, Hasan özürlüydü, Kadriye ve Hatice henüz küçük bir çocuktular. Atlara gelince onlar güçlü kuvvetli ve sağlıklıydılar, değerleri paha biçilmezdi, acaba onları satsalar daha mı iyi olurdu? Türkiye’de at mı yoktu? Ancak arabalar gitmeliydi, onlar ki Selanik’in en seçme, en afilli, en tantanalı faytonlarıydı, süslü bakımlı ve gösterişliydiler. Ancak atları satamazlardı, onlar ki evin birer ferdi gibiydiler. Artık yabancı olan bu ellerde onları kime emanet edebilirlerdi ki? Hayvanlar sahibini arardı, onlara aşinaydılar, alışmışlardı, başka kimseye itaat etmezler, boyun eğmezler, eziyet görür hırpalanır giderlerdi. Atlar olmadan olmazdı.

Halil ile Mehmet her akşam limana iniyor, gemileri kolluyorlardı. Ne olmuştu bu güzelim kordona, her yer denkler, yükler, araçlar ve gereçlerle doluydu. Can yongaları olan eşyalar bir yere yığılmışlardı. Her yan daha çok kırdan, bayırdan gelmiş köylüler, pejmürde kıyafetler, bitik benizler, solgun karamsar yüzler ile doluydu. Hastalık, salgın kol geziyordu koca şehirde.

Verilen karar hemen uygulamaya geçmeliydi, bardağı taşıran son damla ise Halil’in başından geçen bir olay oldu. Her zaman faytonuna binen bir müşteri vardı, zengin bir Musevi’ydi ve adı Avaramdı. Faytona kurulmuş giderlerken birden bire;

“Kuzum Halil Bey, siz ne zaman mübadil oluoorsunuz?” diye sorunca Halil’in tepesi attı, kırk yıldır dost bildiği bu adamın sözleri onu derinden sarsmıştı. Dizginleri çekti faytonu durdurdu, sürücü yerinden atladı, adamı yakasından tuttuğu gibi fırlattı attı arabadan, yüksekten kıçüstü düşüp kalakalan Yahudi’nin şaşkın bakışları arasında;

“Ülen kefere, buraları bizim atamızdan varis, Sultan Murat Han kan dökerek aldı. Sizi de Maltız’ın, Espanyol’un elinden çekip canınızı kurtardı. Ne zaman hak sahibi oldunuz!”

Diğeri kalkamadığı yerde debeleniyordu.

“Aman pasam, yanlış anladın, biz sizi severiz.”
“Defol bire, çıfıt çarşısı gözüme görünme,” arabaya atladı sürdü, içini de hüzün kapladı. İşi en civcili anında bıraktı, eve geldi;
“Toplanın vre! Gidiyoruz!” Diyerek son noktayı koydu. Muzaffer Hanım telaşla sordu.
“Nereye?”
“Mustafa çağırmıştır bizi Türkiye’ye be yav.”
“Getirmiştir tüm kâfirleri dize, kovalamıştır Yunanı, dökmüştür denize.”
“O hem Selanikli, hemide bizim mahalden, koymaz bizi açıkta, bırakmaz darlıkta.”
“Gidecez işte, toplayın pılıyı pırtıyı.”

Ertesi sabah arabaya atlayıp, atları doğruca Langaza’ya sürdü. Langaza’daki ev ve bahçe duruyordu, orada kayıtları kuyutları vardı. 

Langaza, Selanik Sancağına bağlı bir kaza merkeziydi. O tarihte kasabada 409 hane 1716 nüfusa sahipti. Bir cami, bir mescit ve bir medrese ile dört ilk mektep ve bir kilise vardı.164 dükkân, 14 han ve bir un fabrikası faaliyetteydi. Kaplıcaları ile ünlü olan Langaza’nın sınırları içinde, Beşik ve Ayvasil gölleri  de bulunuyordu. Kazanın köy ve çiftliklerde yaşayan toplam nüfusu 55 bin civarındaydı. Tarım ve hayvancılık başlıca geçim kaynaklarıydı. Kaza dahilindeki 100 bin dönüm bağlardan senelik 7-8 yüz bin kilo şarap üretilip, Selanik ve civardaki kazalara satılırdı o günlerde. Mustafa Kemal’in dayısının kâhya olduğu ve Atatürk’ün yaz tatillerinde gittiği çiftlik de Langaza’da idi.

Halil Ağa mübadele işlemlerini bitirip evrakları kâğıtları toparladı. Bağı bahçeyi öylece bıraktı. Gözü hiç arkada kalmadı. Vakit kaybetmeden Limana geldi, ilk gemi acentasına daldı.

“Söyle bakalım efendi, İzmir’e ilk gemi ne zaman? Atları, arabaları nasıl yükleriz bu alamette?”
“Kolay beyim,” dediler. Yalnız, atlara daha çok para ödemen gerekir.”
“Nedenmiş o?”
“Çünkü atlarla araba daha çok yer tutar, bakımları var temizliği var, bir de …...”
“Anladım ne demek istersiniz, karışmayın o işe siz.”
“Yok gerek başkasına, hem bakarım ben atlarıma.”
“Kesin bileti, ceremesi neyse veririz.”
O hızla eve geldi, talimatlar yağdırmaya başladı, etrafı bir telaş aldı.
“Amanın böyle apar topar mı gidiyoruz, kaçar gibi.”
“Aparı toparı yok, gayrı bu iş yetti, deniz bitti, kısmet buraya kadarmış.”

Yükler, denkler hazırdı, paraları altınları aralarında taksim ettiler, kuşaklara özel bölmeler dikildi, eşe dosta veda edildi. Taşıma günü gelip çatmıştı, takvimler 5 Mayıs 1924 tarihini gösteriyordu. Halil ile Mehmet sabah erkenden kalktılar, abdest alıp doğruca, Rotonda’daki Hortacı Süleyman Efendi Camii’ne gittiler ve sabah namazını kıldılar, sonra ahırlara gidip atları arabalara koştular, han çalışanları, Rum’u, Türk’ü gözyaşlarını tutamadı, sarıldılar, sarmaştılar. Sonra eve gelip eşyaları, denkleri, sepetleri, bohçaları ve kızların kırmızı kadifeli çeyiz sandığını faytonlara yüklediler, çoluk çocuk eşyaların üzerine bindi. Rabia, Hatice’yi kucağına aldı.

 Muzaffer Hanım feracesini takmış yüzünü örtmüştü ağladığı belli olmasın diye. Hasan her zamanki gibi sağlam kolunu dolayıp arabanın arka dingil miline oturmuştu. Halil arkasına bakmadan, ayakta kırbacı havada şaklattı. Atlar bile hüzünlü sanki gitmek istemez gibi ayak diretiyorlardı. Arabanın tekerlekleri ve atların nalları, Selanik’in Arnavut kaldırımı taşlardan sesler çıkararak, limana geldiler, güneş henüz doğuyordu Selanik üstüne, artık onlar için burada bir daha doğmayacaktı.

Limanda hummalı bir faaliyet vardı, göçmenler, itişe kakışa vapura binmeğe çalışıyorlardı. Geminin adı; “Bahr-i Cedid” idi. Oldukça düzgün bir gemi sayılırdı, yeni gibi görünüyordu, bacası sarı boyalıydı, gövdesi siyah ancak kamaraların bulunduğu bölümler beyaz boyalıydı. Kıç tarafından kırmızı Türk bayrağı dalgalanıyordu. Bahri Cedid vapuru Kurtuluş savaşında, Sovyetler Birliği'nden İnebolu'ya cephane taşımış, Karadeniz’de pek çok sefer yapmıştı. Vapura Önce çocuklar bindi, seyir güvertesine doluştular. Sıra atlara ve arabalara gelmişti. Atlar huzursuzdu, başlarına gelecekleri anlamış gibiydiler. Palanlar çözüldü atlar boşaltıldı, arabanın oklarını yukarı doğru katladılar. 

Mehmet sıkı sıkı dizginlerine sarılı doru atı tutuyordu, hayvanı yavaş yavaş geminin bordosuna yaklaştırdı, burunlarını, kulaklarını, anlını okşayarak. Yukarıdan vinçten ucunda kalın kayışları olan bir sapan sarktı. Geminin tayfaları aşağı indiler, iki adet geniş deri bant kayışını atların karnından geçirdiler, kasıklarına doğru yanaştırdılar, kemerleri takıp sıkıladılar, sonra üsteki halkalara vincin kancalarını taktılar. Baş tayfa yukarıda vincin başında durana bir el işareti yaptı, ipin boşluğunu aldı, hayvan debelenince kayışlar kaydı, denge bozuldu. İşlem tekrarlandı bu kez makara sarılıp halatlar gerilince doru at birden havalandı ve öylece boşlukta kaldı. Önce sıçrayıp kurtulmak istedi fakat ipler gerilmişti, yavaş yavaş yükseldi. Güverteden izleyenler için çok garip bir manzaraydı, koskoca at dört ayağı açık vaziyette havada sallanıyordu, at hareketsizdi, gözleri dışarı fırlamış aşağıdakilere şaşkın bakıyordu. Sonra vinç döndü atı geminin arka güvertesine indirdi. Küheylanın dört ayağı yere bastı, ne yapacağını şaşırmışken bir tayfa koştu dizginlerinden tutup hayvanı güvertenin yan ıskarmozlarına bağladı. 

Daha sonra ayaklarına birer köstek vurdular. Karyağdı, Alaca, Ayağı sekili ve Kırca atlar gemiye yüklendi ve bağlandılar. Sıra faytonlara gelmişti. Halil ile Mehmet’in canları burunlarındaydı, ancak bu iş daha kolay oldu, dört yanından dingilleri sapan kancaları ile bağlanan arabalar kocaman kara bir kuş gibi havalandılar ve boşlukta biraz sallandıktan sonra güverteye kondular. Rahatlamış derin bir oh çekmişlerdi. Sıra atların güvenliğine gelmişti, hemen yukarı güverteye fırladılar. Bu açık havada, rüzgâra atlar dayanamazdı, hastalanıp ölürlerdi. Bir alt güverte daha korunaklıydı, atları oraya almak acaba mümkün müydü? Gemi personeli buna şiddetle itiraz ettiler, yalvarmalar yakarmalar boşa çıktı. Sonunda Halil çareyi buldu, güverte görevlisinin cebine bir miktar para koydu, güverte kapakları açıldı, vinçler çalıştı atlar alt bölüme alındı. Halil Ağa köstekleri değiştirdi, atların sırtlarına kalın keçe abalardan örtüler kondu, yemlikleri takıldı. Mehmet koştu bir kova buldu, suyla doldurup merdivenleri çıktı ve atları suladı. Derken acı bir düdük sesi arda arda öttü.

“Vuuuuup, vuup”

Öylesine kederli ve acıklı bir sesti ki Kordondaki binalardan yansıdı döndü. Vapurun palamarları çözüldü, motorların gümbürtüsü arttı, bacasından kara dumanlar yükseldi, koca siyah bordolu gemi yavaş yavaş rıhtımdan ayrılmağa başladı. Selanik artık uzaklarda kalmış, sisler arasında kaybolmuştu. Koskoca Hortaç Dağı silikleşti, giderek gerilerde kaldı. Vapur çoğunlukla Balkanların her yanından gelen göçerler ile doluydu. Taraflarca, imzalanan sözleşme gereği burada, bu topraklarda doğdukları için bir daha asla geri dönemeyeceklerdi. Nüfus kâğıdında, pasaportundaki doğum yerleri hanesi, taşıyanların her zaman o ülkeye o şehre ait olduğunu belgelerdi. Bizimkilerin belgelerinde ise “Langaza” yazılıydı. Ancak bu zaman diliminde bu yörelerde doğduklarını belgeleyen bu bölüm, yalnızca kökenleri ve yazgıları ayrı olduğu için bir daha doğdukları, büyüdükleri, atalarının mezarının bulunduğu yerlere geri gelmeyecekleri anlamını taşıyordu.

O ana kadar gemiye binme telaşından hiçbir şeyin farkında bile değillerdi. Ancak gemi yavaş yavaş uzaklaşarak, limandan çıkıp, Selanik sisler arasında kaybolurken olayın encamını kavradılar. Başlar öne eğildi, yaşlar gözlerden, yanaklardan aşağılara süzüldü:

İçleri, elem ve hüzün kaplıydı,
Üzüntü, acı, kader, hepsi bir aradaydı.
Umut öyle bir dolmuştu ki boşluğa,
Artık yer kalmamıştı, hiçbir pişmanlığa.
Gözlere dolan, ancak boşalıp akamayan,
Bir buruk tebessümdü, gözyaşlarına karışan.
Tüm geçmişin anılarının,
Ve belirsiz geleceğinin,
Bir bedende biriken,
Yaşanması gereken,
Elemin ve kederin büyük acısıydı.

Bahri Cedid Vapuru, dumanlarını savurarak yol alıyordu, Ege’nin güngörmüş, mitlerle dolu mavi sularında, bu ilk göç de değildi. Geçmişin derinliklerinde, insanlar kaç kez gelip geçmişti karşı yakaya. Hep fetih için miydi bunca savaş? Neydi insanları birbirinden, soyundan sopundan ayıran, birbirine kırdıran. Hep kan vardı, savaş vardı sonunda, kırasıya, yıkasıya, ölesiye öldüresiye, neydi paylaşılamayan?  Ege’nin toprakları bereketliydi, beslerdi her oturanı, ona her gönül vereni. Güzel Helen miydi hep bu nifaka neden, 3500 yıl geçmişti aradan, değişen neydi, neydi insanları vatan bildiğinden ayıran? Bin yılların mukadderatı, bahtı, alınyazısı, çoluk, çocuk, yaşlı, genç, hasta sağlam, sakat bu göçerlerle dolu gemideydi sanki. Daha niceleri gidip gelecekti iki yakadan, bölük pörçük adalardan, Girit’ten, Rodos’tan, Serez’den, Yenice’den, Gümülcine’den Kavala’dan.

Gemi ağır ağır yol alıyordu, belki umuda, belki yeni bir yaşama. Hiçbir kargaşa yoktu, insanlar belirlenmiş kaderlerini kabullenmişler gibi gelmişlerini, geçmişlerini ve geleceklerini Ege’nin köpüklü dalgalarına bırakmışlardı. Rahat bir yolculuk sayılırdı. Gemi hurda değildi, sevkiyat için elden geçirilmişti. Kamarada, güvertede, ambarlarda yatanlar şikâyetçi değildiler hallerinden. 

Halil ile Mehmet, erkenden kalkıp atların başına gidiyorlardı, atların da kaderinde mübadele görmek, yerinden yurdundan olmak varmış, onlar da içgüdüleri ile kabullenmiş gibiydiler bu kara yazgıyı. Yalnız ara sıra kişniyor, ayaklarını, nallarını yere vurup, metal zemini dövüyorlardı. Hasan ise atların başından hiç ayrılmıyordu, olup bitenlerden de pek bir şey anlamamıştı. Ancak bildiği, gördüğü evinden yurdundan giderek uzaklaştığı idi. Küpeşteye dayanıp uzun uzun ağlıyor, gözyaşları Ege’nin sularına karışıyordu. 

Çocuklar da sessizdi, boyunları bükmüş bir kenarda oturuyorlardı. Rabia ve Kadriye gemiye alışmışlardı, güvertede dolaşıp sarı renkli kıvrık boruların etrafında dolaşıp, boşluğa doğru sesleniyorlardı. Bir süre sonra kendileri gibi evini yurdunu terk edenlerin çocukları ile oynamağa başladılar, ancak neşeleri yoktu, aralarında konuşup, koşuşup çığlıklar atmıyorlardı. Yolculuk iki günden fazla sürdü, derken karşıdan mor dağlar göründü, adım adım yaklaştı, büyüdü. İzmir Körfezine girdiler, deniz süt beyaz mavi karışımı bir renk almıştı, iki kıyı birbirine giderek yaklaştı. 

Artık herkes güverteye dolmuştu, yavaş yavaş yaklaşan kıyıları seyrediyor. Daha önce hiç görmedikleri dağlara tepelere bakıyorlardı. Nihayet heybetli bir dağın doruğunda çatal kayalı bir dağ göründü göründü uzaktan.  Mubadillerin Anadolu’ya ilk ayak bastıkları yerlerden birisi Urla’nın Karantina Adası idi.  Buraya Tahaffuzhane deniyordu. Dışarıdan gelen bütün yolcular ilk buraya geliyor, bütün eşyaları ve yanlarında getirdikleri bütün alet, araç ve gereç, arınmak için dezenfekte aletleri içinde temizleniyor ve kendileri sağlık kontrollerinden geçiriliyordu. Bu kontrollerden sonra iskân edilecekleri bölgelere gönderileceklerdi.

Urla Karantina Adası
UrlaTahaffuzhane binası


Tahaffuzhane iç görünümü

 

UrlaTahaffuzhanesinde etüvler


Tahaffuzhane temizlik malzemeleri

 
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt