×

Mübadiller Bölüm-4



 
Mübadiller-4


Dr. Vural Yiğit 
 
İzmir'de Yaşam
 
9 Eylül 1922 de İzmir’in kurtuluşu ve ardından büyük yangın, İzmir’in tarihinde önemli bir kırılma noktası oluştu. Yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun en ihtişamlı şehirlerinden biri sayılan İzmir, işgal ve karanlık günleri geride bırakarak hızlı bir gelişme ve imar faaliyetine girmişti. Yeni Cumhuriyetin, güven dolu ve onurlu yöneticileri kısa süre içinde şehri kendi küllerinden yeniden doğmasını başarmıştı. İzmir, yepyeni bir şehirleşme ve modern bir kent olma yolunda olağanüstü bir gayret ve faaliyet gösteriyordu. Bizimkiler de bu yeni şehre ve hayata çoktan alışmış, yaşamlarını sürdürüyorlardı.

 
Bu günlerden birinde Muzaffer Hanım, çocuklarla birlikte Kadifekale eteklerinde Ballıkuyu’daki, hala ziyaretinden dönerken yeni yapılmakta olan büyük bir binanın yanında durdular. Orada bir kalabalık toplanmıştı. Yakışıklı, heybetli bir adam bir ağaç altında bir sandalye üzerine oturmuş halk ile sohbet etmekteydi. Bu zat İzmir Valisi ve Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Kazım Paşa idi. Kazım Paşa küçük Kadriye’yi gördü ve yanına çağırdı, içinde akide şekeri dolu olan kese kâğıdını eline tutuşturdu;

“Bu şekerleri dağıt bakalım, diğer çocuklara,” dedi.

Kadriye çekinerek kâğıdı aldı, kalabalık arasında dolaşarak, şekeri orada bulunan çocuklara dağıttı, sonra Vali Kazım Dirik Paşanın yanına geldi. Vali Paşa onun saçlarını okşadı;

“Okula ne zaman başlıyorsun bakalım?” Diye sordu. Kadriye utangaç bir şekilde cevapladı.
“Gelecek yıl kısmet olursa.”
“Aferin sana. Bak işte bu okulda okuyacaksın.”

Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra, genç Cumhuriyetin Reisi Gazi Mustafa Kemal’in etrafında yer alan en önemli 10 yöneticisi arasında Vali Kazım Dirik de yer alıyordu. Bir dönem Batum özel temsilciliği görevini de yapan Dirik, bu nedenle “Batum’un son Valisi” lakabıyla da anılıyordu. Daha sonra, Bitlis Valiliği görevine de getirilir. Kurtuluş savaşı sonrası,1926-1935 yılları arasında Gazi Mustafa Kemal, İzmir’i Kazım Dirik’e emanet eder ve bu süre içerisinde Paşa, Belediye başkanlığı ve Valilik görevlerini beraber yürütür.  Savaşın acı izlerini taşıyan İzmir ve çevresindeki yerleşimlerde başlattığı imar faaliyetleri ile Vali Kazım Paşa, kendini kısa sürede herkese sevdirir. Onun için İzmirliler “Ayrancı Paşa” diyorlar ve yolunu gözlüyorlardı. 
 

Bu lakabı yüzüne de söyleyebilen köylülere hiç gücenmez, aksine böyle çağırılmaktan bazen çocukça bir sevinç duyardı. Zira o halkla iyi ilişkiler kurmuş, İzmir’i sadece koltuğundan yönetmekle kalmamış, köylünün ayağına kadar gelmişti. Köylü sofralarında misafir olduğunda, “Ne istersiniz Paşam?” diye soranlara, “Ayran verin bana.” diyecektir. Onun adı yörenin çehresini değiştiren imar faaliyetleri nedeniyle İzmir ve civarındaki birçok yapıya, yol, cadde ve köprülere verilmişti.

Vali Kazım Paşa İlkokulunun yapılışı kısa sürede tamamlandı ve küçük Kadriye burada okula başladı. Okul eve çok yakındı ve hemen karşısında “Sali Dede” diye bir yatır vardı. İzmir surları kale kapısında bir duvar oyuğunda bulunan ve kimsenin, kim olduğunu bilmediği bu evliyaya için devamlı mum yakılırdı. Duvarlar, mum alevi ve isleri ile simsiyah olduğundan ayrı bir mistik hava vermişti.

Devrimlerin İzinde

Bu sırada Türkiye Cumhuriyeti hızlı bir gelişme ve çağdaşlaşma dönemine girmişti. Her alanda köklü devrimler yapılıyordu. Bunlardan en önemlisi harf devrimiydi. Mustafa Kemal, bu güne dek geleneksel olarak Arap harfleri ile yazılagelen, yazıyı ve yazgıyı değiştirecek bu devrimi anlatabilmek için yurt gezilerine başlamıştı. Birçok yerde karatahta başında yeni harfleri yazdı ve yazdırdı. Yeni yazıyı tanıttı, bu yazının ne denli kolay öğrenilebileceğini belirterek her konuda olduğu gibi bu işte de Ulusuna öncü oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1928'de 1353 Sayılı Yasayla 29 harften oluşan yeni Türk abecesini kabul etmişti. Yeni alfabenin bütün Ulusa öğretilmesi, "Millet Mektepleri" (Ulus Okulları) denilen, bir bakıma Ülkedeki devrimleri hızlandıran kurumlar aracığıyla sağlanacaktı. Mustafa Kemal harf devrimini çok daha önceleri aklına koymuştu. Kendisi yeni abeceyi, İbrahim Necmi Dilmen'den öğrenmiş, 4–5 Ağustos 1928 gecesi Başbakan İsmet İnönü'ye yeni harflerle bir mektup yazmıştı. 9–10 Ağustos akşamı Sarayburnu’nunda düzenlenen bir dinletide Falih Rıfkı Atay, yeni harflerle yazılmış açıklamayı yüksek sesle okudu:

"Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum."

 


Kadriye okula yeni harflerin ilk tedrisat dönemi ile başladı. Ancak bu devrimi gerçekleştirmek oldukça güçtü. Kimse yeni Latin harflerini bilmiyor, tanımıyordu, hatta öğretmenler bile. Zorlu bir dönem geçti ve Türk Ulusu bu devrimi kolay benimsedi ve hızlı bir seferberlik başladı. İlkokul günleri çabuk geçti. Hızla yeni yazıyı, Öztürkçe’yi öğrendiler, yeni şarkılar, marşlar söylediler. Yeni Cumhuriyet tüm coşkusu ve heyecanı ile yaşanıyordu.

Türk Ulusu yeni çıktığı İstiklal savaşını hiç unutmuyor, onun gururunu ve zaferini her yerde yaşıyor ve yaşatıyordu. Kurtuluşun simgesi haline gelen İzmir Marşı hemen her ortamda söyleniyor, yürekler coşku ile dolup taşıyordu:

İzmir'in dağlarında çiçekler açar,
Altın güneş orda sırmalar saçar.
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar,
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.
İzmir'in dağlarına bomba koydular,
Türk'ün sancağını öne koydular
Şanlı zaferlerle düşmanı boğdular.
Kader böyle imiş ey garip ana,
Kanım feda olsun güzel vatana.
İzmir'in dağlarında oturdum kaldım,
Şehit olanları deftere yazdım,
Öksüz yavruları bağrıma bastım.
Kader böyle imiş ey garip ana,
Kanım feda olsun güzel vatana.

İzmir Marşı için lütfen tıklayınız. 

Derken ilkokul bitti ve ortaokul dönemi başladı. Kadriye güzel okuyordu. Sonrasında devam edilecek okul için de fazlaca seçenek yoktu. İzmir Kız Lisesine gidecekti. Tarihi Kız Lisesi, 1926 –1927 ders yılı başında yangın sahasında bulunan, Alsancak Gündoğdu'daki boş bir binaya (şimdiki Namık Kemal Lisesi) taşınmıştı. Kız Lisesi yeni binasına taşındığında öğretmenler ve öğrenciler, ilk zamanlarda yol olmayışından ve tenhalıktan çok sıkıntı çektiler. Mahallenin kızları birlik oluyor yangın kalıntıları arasından okula gidip geliyorlardı. Öğrenci mevcudu günden güne artmış ve 216 ya çıkmıştı, yılsonunda 3 mezun verdi.1927–1928 öğretim yılında öğrenci mevcudu 238 e, mezun sayısı ise 25 e yükselmişti.

Müdür Şehime Yunus Hanım, 1930–1931 ders yılında bazı sebeplerden dolayı görevinden istifa etmiş ve yerine Haydar Candanlar atanmıştı. İzmir Kız Lisesinde 1931–1932 ders yılında öğrenci sayısı 372' ye ulaştı. Aynı yıl, birinci devreden 16, ikinci devreden 17 öğrenci mezun oldu. İzmir Kız Lisesi' e yetişen kişileri bir çatı altında toplamak amacı ile 8 Mayıs 1933 tarihinde “İzmir Kız Lisesinde Yetişenler Cemiyeti” kurulmuştu ve Lise oldukça köklü bir öğretim kurumu olma yolundaydı. 1933–1934 öğretim yılı başında okula çok sayıda başvuru oldu. 

1936 yılı yazında, İzmir' deki lise ve ortaokulların imtihanlarını denetlemek için Ankara'dan gelen Maarif Müfettişleri, Kız Lisesinin yangın yerinde bulunmasını uygun bulmadılar. Müfettişler, Lisenin Karatıştaki eski Erkek Muallim Mektebi binasına taşınmasını istediler ve bunu Maarif Vekâleti'ne rapor ettiler. Ankara Lisesi Müdürü Necmettin Halit Onan müdür olarak atandı. Lise yeni ders yılına Karatıştaki yeni binasında başladı. (Halen bu binada eğitimini sürdürmektedir.)

İşte Kadriye bu güzel okula devam etmeğe başladı. Mahalledeki kız arkadaşları toplanıp, hep birlikte neşe içinde yola koyuluyorlardı. Okul Karataş’a taşınınca yol biraz uzamıştı amma hiç önemli değildi. Basmahane Garı önünde toplanan kızlar, yeni açılan Atatürk Bulvarı boyunca yürüyor, sonra Konak ve saat kulesinin önünden geçerek okula varıyorlardı.

Cumhuriyetin 29 Ekim 1923’te ilan edilmesinin ardından tam on yıl geçmiş ve 1933 yılına gelinmişti. Genç Cumhuriyet onuncu yaşını kutlamaya hazırlanıyordu. Neler yaşanmamıştı ki bu on yılda. Eskinin gölgesi çoktan yok olmuş, gururlu bir aydınlanmanın; inkılâplarla, ekonomik yatırımlarla, kültür, eğitim ve sanatla taçlanan coşkusu tüm hızıyla sürüyordu. Türk halkının kendine ve Atasına güveni sonsuzdu. 29 Birinci Teşrin (Ekim) 1933 Pazar sabahı, gün doğmadan bütün Türkiye gibi, İzmir’in bütün mahallelerde çalınan davul ve bando sesleri büyük küçük herkesi uyandırdı.

29 Ekim 1933 Cumhuriyet Bayramı  kutlamaları ve   Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyetin 10. yıl dönümündeki nutku  için lütfen tıklayınız. 

Kadın erkek, genç ve ihtiyar, çoluk çocuk akın akın sokakları dolduruyor, herkes Cumhuriyet meydanında, Atatürk'ün heykeli önünde hazırlanmış olan resmigeçit yerinde toplanıyordu. Coşku sonsuzdu, herkes birbirini kucaklıyor, kutluyor ve ellerindeki bayrakları gururla sallıyordu. Ankara’da ise tarihinde hiç olamayan bir coşku ve sevinç içindeydi. 

 
Atatürk saat 11.05’te meşhur 10. Yıl Nutku ’nu okumak için kürsüye çıktı. Konuşması süresince alkışlar neredeyse hiç kesilmedi. Sözlerini “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyerek noktaladığında ise meydandaki coşku bir kat daha arttı. Nutkun ardından asker, jandarma kıtaları, yurdun her yerinden gelen izciler, mektepliler, sporcuların geçit resimleri izledi. Halk, güftesini Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel’in yazdığı, bestesini Cemal Reşit Rey’in yaptığı, 10. Yıl Marşı’nı hep birlikte onlarca kez söyledi. Onuncu Yıl Marşı bandolardan, taş plaklardan ardı ardına çalınıyor, halk bıkmadan usanmadan tekrar tekrar söylüyordu:




ONUNCU YIL MARŞI

Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük, Ana yurdu dört bastan.
Türküz Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Türk'üz Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını.
Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını.
Türk'üz Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.
Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;
Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülkeye biz;
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk'üz Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.


Onuncu Yıl Marşı için lütfen tıklayınız. 

Bu arada Devrimleri hızla devam etmekteydi, Cumhuriyet öncesi Türk toplumunda ailelerin dinî, sosyal, ailevî ve asalet kaynaklı lakaplar taşımaları, insanlar arasında ayırıma yol açmakta ve toplumsal ilişkilerde (nüfus işlemleri, askerlik vb.) karışıklıklara neden olmaktaydı. Bu durum, Cumhuriyetin millî sınırlar içinde tüm insanları eşit kabul etme mantığıyla bağdaşmıyordu. Dolayısıyla hızla modernleşen Türk toplumunda böyle bir bölünmüşlüğe yer verilmemeliydi. Bu amaç ile 21 Haziran 1934’te “Soyadı Kanunu” kabul edildi. Bu yasaya göre, her Türk kendi adından başka ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadı alacaktı. Alınan bu soyadları Türkçe olacak, yabancı milletlere ait adlar kullanılmayacak, soyadlarının ahlaka aykırı ve komik olmamasına özen gösterilecekti. 4 Kasım 1934 tarihinde kabul edilen bir kanunla da M. Kemal’e T.B.M.M. tarafından “Atatürk” soyadı verildi.

Bu yasaya en çok sevinenlerden birisi de Halil Beydi. Doğruca Vilayete, Nüfus Müdürlüğü’ne koştu. Burası bir hengâmeydi ve herkes bir soyadı almak için uğraşıyordu. Daha önce seçilen soyadının tekrarı olmadığından, olağanüstü telaş vardı. Halil sunulan seçeneklerin hiçbirini dikkate almadan “Hortaç” soyadını istedi. Çocukluğu, gençliği Selanik’in Hortaç Dağları, Hortaç suyu ve Camisi ile iç içe geçmişti. Nüfus memuru hiç zorluk çıkarmadı ve Hortaç soyadını onayladı, böylece tüm ailenin yeni soyadı ile nüfus kâğıtları çıkarıldı. Artık, Selanikli Faytoncu Halil Ağa lakabı tarihe karışmış, Halil Hortaç ve Ailesi Türkiye Cumhuriyetinin özgür bir vatandaşı olarak tescil edilmişti. 
Ancak kalıcı olan doğum yeriydi, bunu hiçbir güç ve yasa değiştirmeye muktedir değildi. İnsan adını soyadını değiştirebilir ancak doğum yerini değiştiremez ve onun yazgısını da beraberinde taşırdı. Ailenin doğum yeri olarak, Selanik yerine, mübadele için başvurdukları kayıtta adı geçen Langaza yazılmıştı. Olsun varsın, Langaza, Selaniğin yalnızca 15 dakika uzağındaydı.

Halil Hortaç, yeni soyadından çok mutluydu. Öylesine sevinçliydi ki adını neredeyse Faytonun üzerine yazdıracaktı. Böylece gençlik ve çocukluk anılarında yer alan Hortaç Dağı uzaklarda kalsa bile burada İzmir’de yaşayacaktı. O günler aklına geldi. Selanik kenti, Ege Denizi kıyısında Hortaç Dağı’nın güneyinde kurulmuş, Osmanlı’nın Rumeli’de İstanbul’dan sonraki en büyük ikinci şehriydi. Hortaç Dağı yeşillik ve çam ağaçları ile kaplıydı ve Selanik Şehrinin dinlence ve eğlence alanıydı. Tepelerden gelen berrak suların aktığı bir de deresi vardı. Halil Bey arkadaşları ile birlikte sık sık burada toplanır, günlük olaylardan ve siyasetten bahsederlerdi. Hepsi de kapı gibi delikanlıydılar, ceketlerini omuzlarına atıp, feslerini de yukarı kaldırırlardı. Çoğu zaman ve bayram günlerinde işi bırakır ailesi ile birlikte, yiyeceklerini yanlarına alıp, çoluk çocuk kır gezmesine gider, yer, içer akşama kadar eğlenirlerdi. İşte Halil beyin soyadı olarak aldığı ve İzmir’de tek olan ve Selanik’le özdeşlemiş bir adı taşıma ayrıcalığını bulunduruyordu. Yine bir akşam yorgun argın eve döndüğünde, bahçedeki tulumbadan başında yıkanıp temizlenmişti. Daha sonra Muzaffer hanıma dönerek;

“Muzaffer hanım hazırla bakalım, rakı sofrasını.”
Sofra acele kuruldu, herkes etrafına oturdu. Biraz sonra keyifler yerine geldi. Başladılar bildik Selanik türkülerini söylemeğe:

 Bülbülüm altın kafeste (aman)
 Öter aheste aheste
 Ötme bülbül yârim hasta
 Ah neyleyim şu gönlüme
 Hasret kaldım sevdiğime
 Ben sana dayanamam yârim ben sana katlanamam
 Ben sana katlanamam yârim ben sana dayanamam
 Bülbülleri hâr ağlatır
 Âşıkları yâr ağlatır
 Ben feleğe neylemişim
 Beni her bahar ağlatır
 Ben sana dayanamam yârim ben sana katlanamam
 Ben sana katlanamam yârim ben sana dayanamam.

"Bülbülüm altın kafeste "  türküsünü dinlemek içim lütfen tıklayınız. 

Hemen ardından, türkünün hikâyesini anlatmağa başlardı Muzaffer Hanım: Güzeller güzeli Melike’nin, teyzesi Songül ile gittikleri köyde çeşme başında Yusuf’un verdiği, çiçekli tacın ardından başlayan aşk hikâyesidir bu. Kaçıncı kez tekrarlanır durur ama kimse dinlemekten bıkmaz altın kafese kapatılıp, günden güne eriyen Melike’nin acıklı öyküsünü. Ardından başladılar Atatürk’ün sevdiği şarkıları hep bir ağızdan söylemeğe, içlerini öyle bir hüzün kapladı ki gözyaşlarını tutamadılar:

Zobalarında guru da meşe yanıyor efem 
Yanıyor ya Memet ağam da
Üşümüş de donuyor 
Boncuklu gelin ortalıkta dönüyor da dönüyor
Aslanım da efeler vay vay 
Gar mı yağıp da Yarengöme'nin dağına efem
Mehmet ağam da oturudavermiş efelerin de sağına 
Çıkam haden de şu
Dağların başına da başına 
Aslanım da efeler vay vay
Atam, Nerdesin Bre!


"Zobalarında guru da meşe yanıyor efem "  türküsü için lütfen tıklayınız.   


Diğer yandan Halil Beyi önlenemez bir Mustafa Kemal sevgisi ve hasreti sarmıştı. Ne de olsa mahalle ve çocukluk arkadaşıydılar, onun yükselişini, katıldığı savaşları mücadelesini ve Türkiye Cumhuriyetini kuruşunu heyecan ve gururla izlemişlerdi. Mustafa Kemal Atatürk’ü görmek için yanıp tutuşuyordu. Ama artık o bir kurtarıcı, bir milletim öğüncü, tüm dünyanın tanıdığı bir Reisi Cumhurdu.

Atatürk’ün Kordon’da bir evi vardı, Halil buradan sık sık arabayla geçerken evi hayranlıkla seyreder iç geçirirdi. Bu ev, 1860–1862 yıllarında yaptırılmış bir ara otel olarak kullanılmıştı. 1927 yılında İzmir Belediyesi, evi hazineden satın olarak Atatürk'e hediye etmiş dayayıp döşemişti. Atatürk 11 Ekim 1925 ten sonra İzmir’e gelişlerinde 7 kez, hep bu evde kaldı ve birçok tarihi kararı da bu evde almıştı.

Soyadı yasanın kabulünün hemen ardından Atatürk, 22 Haziran 1934'te İzmir'e geldiği zaman yine bu evde son kez kaldı. Bu ziyaretinde yanında İran Şahı Rıza Şah Pehlevi de vardı. İki gece  evinde misafirini ağırladı, etrafı gezdirdi. 24 Haziran 1934 günü Balıkesir'e gitmek üzere Basmahane Garına hareket ettiler. Halil, Atatürk’ün İzmir’e geldiğini duymuştu, o gün tesadüfen Gardan yolcu almak için geldiğinde, Atatürk ve beraberindeki heyetin bir otomobil ile gelmekte olduğunu görür görmez, “Dırrrısss” diyerek terbiyeleri çekti. Atlar yavaşça durdular.

Atatürk’ü ve Şahı getiren beyaz otomobil Gazi Bulvarından göründü, üstü açık büyük bir otomobildi, arka koltukta Şah ve Ata birlikte oturmaktaydılar. Şah boylu bosluydu, tüm üzeri sırma ve madalyalar ile doluydu, beyaz pos bıyıklarıyla dikkati çekiyordu.

Halil dizginler elinde faytonun üstündeydi, bir ara Büyük Ata ile adeta göz göze geldiler. Mustafa Kemal, onu tanıdı ve doğruldu. İleri doğru eğilerek, arabayı kullanan şöfere doğru bir hamle yaptı, sanki arabayı durduracaktı. Halil’in kalbi gümbür gümbür atıyordu, birlikte nice günler geçirmişler, kaç kez onu sırmalı subay elbiseleri ile evine getirip götürdüğü Selanik günlerini anımsadı. Aradan ne kadar çok zaman geçmişti, bu gelişlerin seferinde ona sarılır;
“Nasılsın bre! Koca Halil?” Der, hal hatır sorardı.

Gözleri yaşları, göz pınarlarında doldu. Atatürk otomobili durduramadı, herhalde bu uygun olmazdı, ne de olsa yanında devlet büyüğü bir misafiri vardı. Halden anla dercesine başını eğdi ve eski gençlik ve mahalle arkadaşını başıyla selamladı. Halkın coşkusu sonsuzdu, herkes sevinçle bağrışırken, Halil’in gözyaşları doldu taştı, yanaklarından doğru aktı, içi buruldu, burkuldu, yüreği berkindi, yaşamın savurduğu bu bahta, kadere ilendi, sövdü saydı, inkisar etti.

Aradan uzun bir dört yıl geçti, Kadriye, İzmir Kız Lisesine devam ediyordu. Mehmet evlenmiş, Kapılar Semtinde başka bir eve çıkmıştı, Ardından çocukları Emel ve Erol doğdular. Rabia, Kordondaki Paket Posta Müdürlüğünde çalışan, Kavala’dan mübadele sonrası önce Konya’ya sonra görevli olarak İzmir’e gelen Posta Müdürü Cafer bey ile evlenmişti. Karataş’tan sonra Asansör yakınlarında, Salhane durağında, yüksekte bir eve taşınmışlardı, Coşkun adlı bir oğulları vardı. Bazen Fayton bazen tramvay ile gidip gelirlerdi birbirlerine, çoğu zaman da yatılı kalınırdı.
İzmir Kız Lisesi zamanının en iyi okullarından biriydi, Çamlar arasındaydı ve yatılı bölümü vardı, Mithatpaşa Caddesindeki kapısından iki yandaki mermer merdivenlerden çıkılır, bahçeden ve sınıflarından deniz görünürdü. Kızlar okula gidip gelirken bir gün acı bir haber tüm yurdu sardı, böylesine yas, böyle gözyaşı görülmemişti. Tüm Türk Ulusu ağlıyor, yas tutuyor, elem duyuyordu. Büyük Atatürk genç yaşta vefat etmişti.

Aslında Atatürk'ün rahatsızlığı bir süreden beri devam ediyordu. Ancak onun buna pek aldırdığı yoktu. Tüm dünyaya sağlıklı olduğunu göstermek istercesine, 19 Mayıs 1938 günü Ankara Stadyumu'nda halkın önüne çıktı. O gün son defa Ankaralıların karşısındaydı. Kutlamalar çok parlak geçti hatta o günün anısına Ankara Stadyumu'nun adı 19 Mayıs Stadyumu olarak değiştirildi.

Atatürk aynı gün törenden sonra Mersin'e hareket etti. Daha sonra Adana'ya geçti. Askeri geçit törenleri yaptırdı ve ordunun başında olduğunu herkese gösterdi. Yaptıkları işe yaramıştı,  Fransızlar Hatay konusunda tüm şartları kabul ettiklerini bildirdiler. Ancak bu seyahat Atatürk'ün hastalığını iyiden iyiye arttırmıştı. 26 Mayıs 1938 günü son defa Ankara'dan ayrıldı, İstanbul'a hareket etti. Atatürk, İstanbul'da 1 Haziran 1938'den 25 Temmuz 1938'e kadar Savarona Yatı'nda kaldı. Yaz sıcakları üzerine tekrar Dolmabahçe Sarayı'na döndü. Bu arada Hatay sorunu da çözüldü ve Türk Ordusu Temmuz ayı başlarında Hatay'a girmişti.

Kordon Boyu Seyrine Düştüm

İzmir şehri, gelişiyor, güzelleşiyor, eski yaşamına dönmeğe çalışıyordu, yaşanan acılı günler geçmiş, büyük göçün izleri yavaş yavaş silinmişti. Yangın yerinde İzmir Fuarı kurulmuş, ihtişamlı bir Uluslararası Sergi yerine dönmüştü, yıkıntıların arasından doğan Alsancak semti, modern mimari ve şehir yaşamı ile Avrupa’yı aratmıyordu. Tipik cumbalı evleri ile Kordonboyu en sevilen yeriydi. Cumhuriyet Meydanındaki Atatürk heykeli, heybetli atının üzerinde, ileri uzattığı parmağı ile Ege Denizini gösteriyordu. 

 

İzmir Atatürk Anıtı, İzmir Cumhuriyet Meydanı’na Milli Mücadele’yi temsil etmek üzere 1932’de anıt olarak dikilmişti. İzmir valiliği ve belediyesi tarafından, İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica'ya yaptırılmıştı.  Bu güzel ve anlamlı anıt, koyu kırmızı renkli Afyonkarahisar mermerinden bir kaide üzerinde Mustafa Kemal Atatürk'ün “Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir İleri!” emrini verdiği anı betimleyen atlı bronz heykeldi. Kaidenin üç cephesinde Kurtuluş Savaşı ve zafer konulu bronz kabartma bulunuyordu.

“İleri Ordular, İlk Hedefiniz Akdenizdir, İleri” Derken daha uzakları, belki de karşı sahildeki Selanik’i işaret ediyordu. Halil Bey ve ailesi, İzmir’in bazı sıcak yaz akşamlarında, faytona dolup,  Kordonboyu’na giderlerdi. Halil Bey arabayı bir başka faytoncuya emanet ettikten sonra, sahil boyunca bir aşağı bir yukarı turlarlar, bazen de bir gazinoya otururlardı. Her dönüşte Meydana uğradıklarında, Halil Bey tunçtan heykele bakıp “Şu atanın atın üzerindeki duruşuna bakın” Derdi. Çocuklar; Eliyle nereyi gösteriyor Atamız? Diye sorduklarında ise “Herhalde kendinizi denize atın demiyor, suyun öteki yanındaki memleketimizi gösteriyor,” derdi. Sonra bu konuyu fazlaca konuşmak istemez, lafı değiştirip atlar konusunda açıklamalarını sürdürürdü.

Fuar Sefası

Büyük yangın sonrası, İzmir hızla yapılanarak eskiden olduğundan çok daha güzel bir kent olma yolundaydı. İzmir Valisi ve Atatürk’ün yakın arkadaşı Vali Kazım Paşa, gece gündüz çalışarak İzmir ve civarını imar etmek için uğraş veriyordu. Günümüzde adı Kültürpark olan İzmir Fuarı’nın temeli, yangın sonrası moloz yığınlarından arındırılarak, devasa bir parka dönüştürülmek üzere 1 Ocak 1936 yılında büyük bir törenle atıldı. Yoğun çalışmalar sonunda dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün sağladığı manevi destek ve hükümetin de maddi katkılarıyla, 1 Eylül 1936 günü bugünkü Lozan Kapısı önünde İsmet İnönü'nün açılış konuşmasıyla ''Arşıulusal İzmir Fuarı'' adıyla açıldı. Büyük Önder’in çok istemesine rağmen hastalığı nedeniyle katılamadığı açılış için İnönü'yü görevlendirmişti. Törene, Mısır, Yunanistan ve Sovyetler Birliği'nden 48 kuruluş katıldı. 32 vilayet pavyonunun bulunduğu açılışta, 45 yerli firma yer aldı, Böylece ilk enternasyonal fuar gerçekleştirildi.

İzmir Enternasyonal Fuarı, tek bir kez 2. Dünya Savaşı döneminde, 1942 yılında açılamadı. Ancak halkın bu alandaki ihtiyacı düşünülerek, ''Kültürpark Eğlenceleri'' adı altında organizasyon düzenlendi. Savaşın bütün hızıyla devam ettiği 1943 yılında kapılarını yeniden açan Fuara, savaşta olan ülkeler de katıldı. İngiltere, İtalya ve Almanya fuarda yer aldı. Ancak sonraki 3 yıl fuar, sadece ulusal düzeyde gerçekleşti. Bu dönemde akşamları ülkede karartmalar uygulanıyordu.  

İzmir Fuarının en önemli simgelerinden birisi paraşüt kulesiydi. Tüm Dünyada sadece 3 adet olan ve 2’sinin Yurdumuzda olduğu Paraşüt Kulelerinden biri Ankara’da diğeri de İzmir’de idi. 1937 Yılında, Kültürpark içerisinde inşa edilen Paraşüt Kulesi, o günden bugüne faaldir. Hala gençleri ve ruhları genç olan insanları kadın erkek demeden, kızlı oğlanlı bu pırıl pırıl gençlerimiz için uçuş tulumu giyip, atlayanları seyretmek hatta düşenlere gülmek bambaşka bir haz ve eğlence kaynağı idi İzmirliler için.
 

İzmir’de Fuar zamanıydı, Her yıl 20 Ağustos tarihinde büyük şenlik ve merasimler ile açılan İzmir fuarı, Ağustos ve Eylül ayı boyunca hıncahınç dolar. İzmir çevresinden ve Yurdun her bir yanından, yalnızca Fuarı gezmek için gelen insanlar, kenti ve otelleri doldurur, varsa eş dost yanında misafir kalınırdı. Çoluk çocuk, genç, yaşlı, her kesimden insanlar, akşam serinliğini bekler Fuara dolardı.

Halil Bey,  tüm ailesi ve yakınlarını sık sık İzmir Fuar’ına götürürdü. Fuar’ın asıl güzelliğinin ve eğlencelerin geceleri olduğunu bilirdi.  Fuar zamanı faytoncuların işleri, her zamankinden daha fazla olurdu, o kadar ki bazen sabahlara kadar çalışırlardı. Evleri Fuara çok yakın olmasına karşın, hep birlikte faytona binip, İzmir Fuarının yolunu tuttular. Basmahane Kapısından, Fuar alanına girdiklerinde şaşkınlıktan dillerini yutacaklardı. Her yıl olduğu gibi ışıl ışıl elektrikle aydınlatılmıştı. Öylesine ki gökyüzü bile ışıktan görünmüyordu. Ağaçlar arasında renkli ampuller sıra sıra asılmış ve Fuarın ortasındaki büyük gölden çağlayanlar gibi sular fışkırıyor ve ışıklarla durmadan renk değiştiriyordu. Nasıl oluyordu da sular bir pembe, bir mavi bir beyaz oluveriyordu? Neşeli bir müzik sesleri her yana yayılmıştı. Öylesine bir kalabalık vardı ki sanki Ege’nin tüm insanı buraya dolmuştu. Bir hengâme, bir şenliktir gidiyordu. Adeta mahşer yeri gibiydi. Tek tek pavyonları gezdiler. En görkemlisi ise Sıhhat Pavyonuydu. 

Bu yılki İzmir Fuarında 4 hat üzerinde 48 muvakkat(geçici) küçük Pavyon kuruluydu. Onun ilerisinde de Manisa Vilâyeti, Sümer Bank ve Türkiye Ticaret Odaları daimî pavyonları görülmekteydi. Daha ileride İnhisarlar pavyonu ile Turyağ, Ruşen Mehmet deri fabrikası, Yün ve İplik Mensucat Fabrikalarını temsil eden binalar yer almaktaydı. Trakya, İzmir Vilâyeti ve D. D.Y. Kızılay, İzmir Ticaret Odası ve Borsa Pavyonları tek tek gezildi. Orta bölümde yeni büyük havuz, Rus Pavyonu, Paraşüt kulesi ve Sıhhat Müzesi ve arada yolların kenarına dizilmiş küçük heykeller göze çarpıyor ve bütün pavyonlar yeşillik ve çiçekler arasında bulunuyordu.

 İzmir Fuarı geceleri bir başka güzeldi. Hemen her yeri tamamen rengârenk ışıklarla tenvir edilmişti (aydınlatılmıştı). Manisa vilâyeti Pavyonunda, bolluk ifade eden incir ve üzüm küfelerini boşaltan genç kadın, Sümerbank pavyonu önünde, endüstri çarkını çeviren genç adam heykeli göz dolduruyor, hayranlık uyandırıyordu. “Bursa kaplıcalar şehridir” yazısı altında gördükleri yıkanan kadın ve Yalova kaplıcaları heykelleri, Fuarda izlenecek yeniliklerdendi. Gözü dolduran orta yolun iki tarafına palmiyeler dikilmişti. 

Sağlık müzesi, zeminden 1,20 m. yükselen pembe Foça taşı kaplamalı bir zemin üstünde tek katlı bir binaydı. Ortada büyük bir salonu ve bu salonun etrafında yine teşhir sahası olarak kullanılan geniş bir koridoru ve sağlık propaganda vasıtası olarak yazı ve temsili resimler bulunmaktaydı. 1937 senesinde İzmir Fuarını tam 624.222 kişi tarafından ziyaret edildi. Bizimkiler de bunlar arasındaydı ve gurur ve şaşkınlık içinde saatler boyu Fuarı baştan aşağı gezip, gece geç vakitlere kadar dolaştılar.

Bu arada Halil Ağa işe koyulmuştu,  faytonları ertesi gün erkenden çalışmağa gideceğinden atları dinlendirmek amacı ile Tepecikteki Ahırlara doğru yöneldi.

Faytonumun Atları

Evcil atlar, sahiplerine ve insanlara, insandan daha sadıktırlar. Dost hayvanlardırlar, hiç yorulmadan bizi kilometrelerce uzağa taşıyabilirler. Atlar çoğunlukla ayakta uyurlar. Sürüden biri uyanık olur etrafı gözetler. Uyusalar da atlar düşmezler çünkü bacak kemiklerinin kilitlenebilme özelliği vardır. Bu özellik sayesinde atlar hem ayakta uyuyabilir hem de çok ağır yükleri taşıyabilirler. Oysa insanlar, oturdukları yerde uyuya kaldıkları zaman bile başlarının yana düşmesini engelleyemezler. Atların bacakları yalnız ağır yükleri taşıyabilmeleri için değil, aynı zamanda da hızlı koşabilmeleri için de özeldir. 

Atlarda, diğer hayvanlarda olduğu gibi köprücük kemiği yoktur. Bu da onların daha büyük adım atabilmelerini sağlar. Ayrıca atların bacaklarında hızlandıkça harcadıkları kuvveti düşüren buna karşın hareket edebilme yeteneklerini artıran bir kemik–kas düzeneği vardır. Bu mekanizmanın çalışmasını otomobillerdeki vites sistemine benzetebiliriz. Hızlanan bir arabanın vitesini büyütmesi gibi atlar da hızlandıkça adeta vites büyütürler. İtme için harcanan güç azaltılırken, hareket yeteneği artar. Fayton arabaları yokuş aşağı inerken tüm yük atların sırtına biner. Faytoncular bu durumu iyi bilirler. Bu nedenle fayton arabalarının çoğunda fren tertibatı vardır. Faytoncu yerinin hemen yanında bulunan bu kollu manivelayı döndürerek yokuşun eğimine göre arabayı frenleyerek yokuşu iner usta faytoncular. 
 

“Bizim atlar, Selanik Ocaklarından gelmedirler. Oraları hiç unutmazlar.” Derdi Halil Ağa, sanki kendi geldikleri yerleri ve atlar üzerindeki bilgilerini hatırlatmak istercesine, at yarışları ile ilgilenir ve izleme isteğini sık sık dile getirirdi:

“Ben de sizi Kızılçullu’da düzenlenen at yarışlarına götüreceğim bir hafta sonu.” Diyerek belirsiz bir tarih verirdi.
“Bizim atlar da yarışır mı orada?” Diye sorduklarında onların bu cahilce sorusuna güler.
“Bizimkiler yarış atı değiller ki, koşsunlar.”
“Hem bizim hayvanlar güçlüdürler, yarış atları ise nazenin olurlar.”  Ev halkı hep birlikte atıldı:
“Gerçekten de Kızılçullu’ya gidecek miyiz?”
“Gideceğiz elbette. Neden olmasın bre! Kızılçullu güzel yerdir, bazen araba ile müşteri götürürüz oraya.”
“Eskiden oraya ‘paradiso’ denilirdi.”
“Paradiso ne demek ola?”
“Cennet demek, sahiden de cennet gibi bir yerdir Kızılçullu.”

 

Buca girişindeki Kızılçullu köyü, yeşillikleri ve Hipodromu ile çok ünlüydü o günlerde, ününü uzun yıllar sürdürdü. İlginç öyküleri vardı bu şirin yerin, zaten daha sonra da Şirinyer adını aldı. Burada bulunun Amerikan koleji, Cumhuriyet sonrası yöre halkının Atatürk ve Vali Kazım Dirik’e şikâyetleri sonucu köy Enstitüsüne çevrildi. Tarih doğayla elele büyür de, insanoğlu keşfetmez mi bu cennet diyarı? Yerlerinden, yurtlarından ayrılan insanların hüznü, üzüntüsü ve hasretliğini böyle bir yerde hafiflemez mi? Zaten yörenin ilk sakinleri Yunanistan ve Yugoslavya göçmenleriydi. Topu topu 40 hanenin oluşturduğu alana bunun için "Göçmen Mahallesi" denilmişti. Çocukların sık sık sordukları, Kızılçullu gezisi hatırlatmaları sonucu, onların bu isteğini kırmamak için;

“Hıdırellez’de gideriz, Size söz.”
“Hıdırellezde, Pınarbaşına gitmeyecek miydik?”
“Oraya da gideriz, elbet.”

Pınarbaşı gibi Kızılçullu da İzmir’in güzel bir mesire yeriydi. Hıdrellezler bambaşka kutlanırdı oralarda. Pınarbaşı daha yakındı, arabayla gidilirdi çoluk çocuk doluşup. O gün dereye atılan dilekler çelenk gibi kaplardı su yüzeyini. Akarsuların ve derelerin gürül gürül aktığı, Pınarbaşı ve Kızılçullu bir başka türlü yer alırdı, İzmirlilerin belleğinde. Urla’lı şair Necati Cumalı, Makedonya göçmeni olduğundan gerek, 1943'te çıkardığı ilk şiir kitabında dizelerine şöyle başlatmıştı:

Hıdrellez günü, Kızılçullu yolu,
Beni herkes severdi çocukluğumda,
Arabacı yanına oturtur,
Kırbacı bana verirdi...

Biz Kızılçullu’dan yine Kordon Boyuna dönelim:

Cumhuriyet Meydanının yan yolunda, evlendirme dairesinin yanında, sessiz sakin bekleyen atlar, Denizden esen meltem yelinin bir başka olduğunu sezer, kaldırım taşlarından yansıyan seslerin Selanik yollarına hiç benzemediğini bilirlerdi. Buranın havası da farklıydı, nemi de insanı da bir başka geliyordu, inenler binenler, arkaya takılanlar. Fayton kuyruğundaki diğer atlar.

Artık Selanik, o doğdukları, otladıkları, yayıldıkları bitek ovalar, kırlar, bayırlar bir daha dönülmemecesine, suyun ötesinde kalmışlardı.

Gece geç vakit, Kordon turunu tamamlayan Hortaç ailesi, faytonun başına geldiler. Halil uzun deri kamçısını sıyırdı geçti başa oturdu. Meşin kırbaç havada şakladı, atlar istekle adeta şaha kalktı, fayton ok gibi fırladı. Lastik çemberli tekerlekler gıcırdayarak döndüler. Atların iki yanındaki küçük zillerin şıngırtısı, tekerlek seslerine karıştı. Renkli ipekten saçaklar sola, sağa savruldu. Bu arada birde Selanik türküsü tutturuldu:

Çıksam daylerin başına aman
Çaylesem sular gibi sular gibi
Yatsam yârimin dizine aman
Uyusam kuzu gibi kuzular gibi
İndim yârin bahçesine aman
Güller açmış fincan gibi fincan gibi
Gel sarılalım sarmaşalım aman
İkimiz bir can gibi bir can gibi


"Çıksam daylerin başına aman"  türküsü için lütfen tıklayınız. 

1942 yılına gelindiğinde, İkinci Dünya Savaşı hızla sürüyordu. Savaş yıllarında karşılaşılan sorunların başında tarımsal ürünlerin yetersizliği ve ithalatın daralması geliyordu. Bu durum sınır tanımaz bir vurgunculuğu da beraberinde getirmişti. Dar gelirliler artan fiyatlar karşısında açlıkla karşı karşıyaydılar. Tacir ve bazı sanayicilerin karaborsacılığa başlamaları yaşanan bunalımı daha da derinleştirmişti. Hükümet bütün bu sorunlarla baş edebilmek amacıyla şiddetli tedbirlere yönelmek zorunluluğunu hissetmeye başladı. 1938-1943 Yılları Arasında; ekmek, et, zeytinyağı, şeker, peynir, süt ve odun kömür gibi temel ihtiyaçlardaki fiyat artış oranları, % 200-300, şekerde ise % 1000 i bulmuştu. Halk şeker yerine kuru üzüm ve pekmez kullanır olmuştu. Bu olumsuz göstergeler bir taraftan ücretli kesimi ezerken, diğer taraftan kalabalık bir “savaş zenginleri” sınıfını yaratmıştı. Karaborsası yapılan ürünlerin başında; pirinç, fasulye ve sabun vardı.  

Bu durum beraberinde Hükümetin karneyle ekmek dağıtması uygulamasını getirmişti. Karnelerde her aile ferdi için günlük ekmek istihkakı belirtilmişti. Karne ile ekmek dağıtımı ülke genelinde farklı zamanlarda başlamakla birlikte, ilk defa İstanbul'da 14 Ocak 1942'de başladı.  Hükümet, dağıtımı karneye bağlanan ekmek ve diğer maddelerin kartlarını dağıtmak, fazla ve haksız karne dağıtımına engel olmak üzere 05.05.1942 tarihinde, “Halk Dağıtım Birlikleri” kurmuştu. 

Cumhuriyet yıllarında büyük oranda önlenen salgın hastalıklar sağlıksız beslenme sebebiyle tekrar yaygınlaşmıştı. Halk, savaş yıllarında çektiği açlık, sıkıntı ve sefaletten ülkeyi idare edenleri sorumlu tutuyordu. Halil Hortaç ve Ailesi savaş yıllarından etkilenmekle birlikte işlerini sürdürüyorlardı. Ancak her şey çok pahalıydı. Özellikle de hayvan yemi olan arpa, ot ve saman fiyatları almış başını gidiyordu. Buna rağmen Halil Ağa atların yemini hiç kesmiyor, onları sağlıklı ve besili tutmak için elinden geleni yapıyordu. Çünkü atlar ekmek teknesiydi ve atlar olmadan faytonun süslüsü cafcaflısı ne işe yarardı?

Bu sırada Halil Hortaç,  60 yaşını geçmişti. Araba üstünde geçen 40 yıl onu oldukça yıpratmıştı. Gerçi bir sağlık sorunu yoktu. Hala araba üstünde herkesten iyi sürerdi atlarını. Oğlu Mehmet de iyi bir faytoncuydu. Artık onun da ayrı bir evi ve üç çocuğu vardı. Diğer Faytonun ise “ Pampili” adlı bir sürücüsü vardı. Pampili ince uzun, zayıf bir adamdı. Gerçek adını kimse bilmezdi.“Pampili aşağı, Pampili yukarı”.

Haili Ağa artık kararını vermişti. Faytonculuğu bırakacaktı. Fazlaca bir ihtiyacı yoktu. Herkes çoktan evlenmiş çoluk çocuğa karışmışlardı. Şimdiden sekiz torunu vardı. Ancak ta Selanik’ten buraya getirdiği faytonunu satmak ona ağır geliyordu. Atlardan ayrılmak ise ona oldukça zor gelecekti. Selanik’ten gelen atlar çoktan ölmüştü. Yerine yeni atları koymuş, onları yetiştirip alıştırmıştı. Atlarını çocuklarından torunlarından ayırt etmezdi.

Faytonculuğu bırakmanın bir başka önemli nedeni vardı. Artık devir değişmişti. Devran bir başka dönüyordu. Artık motorlu taşıtlar faytonların yerini almağa başlamıştı. Halil Ağa geleceği çoktan görmüştü. İzmir’de atlı tramvayların yerini nasıl kısa sürede elektrikli tramvaylar almışsa, günün birinde faytonların yerini otomobiller alacak, insanlar daha hızlı olduğu için ulaşımda motorlu araçları kullanacaktı. Bunlardan birisi acayip bir vasıta olan “Kaptıkaçtı” idi. Kaptı kaçtı aslında bir iskambil oyunuydu. Kaptıkaçtı denen toplu taşıma araçları, Şoföründen başka oturmaları koşulu ile en çok 7 yolcu alabilen, insan taşımak için imal edilmiş, şekil ve yapılışı itibariyle otomobilden farklı olan motorlu taşıt idi. Bir de bunları sevk ve idare eden “kâhya” denen bir sınıf ortaya çıkmıştı ki, İzmir’in en bıçkınları kâhya başı olmuş, müşteriyi oraya buraya çeken, saygısız insanlardı.

Halil Hortaç, 1942 yıllarında Faytonculuğu bıraktı ve atlarını da satıp emekli oldu. Ancak atları arabaları her zaman kollar onlarla ve yaptığı işle gurur duyardı.

Büyük oğlu Mehmet Hortaç, İzmir’de faytonculuğu uzun yıllar sürdürmeye devam etti. Faytonculuk mesleğinde neredeyse kırk yılı dolduracaktı. Ancak ömrü yeterli olmadı ve 1953 yılında Kemerköprü’deki evleri yakınında çıkan bir yangın sonucu kalp yetmezliğinden vefat etti. Böylece Hortaç ailesinin, Selanik’ten başlayan faytonculuk yaşamı, iki kuşak boyunca 50 yıldan fazla devam etti.

Nereden bakılırsa bakılsın ailemiz, İzmir simgesi olan Faytonculuk mesleğine, yaz kış, gece gündüz, savaş barış demden hizmet etti ve tüm gereklerini yerine getirdi. Faytonları her zaman süslü ve atlar bakımlıydılar. Kılıkları, kıyafetleri, devlet dairesine giden bir memurdan farksızdı. Muntazam tıraş olurlar, müşteriye iyi davranırlardı.

 İzmir’in faytoncuları, şehrin ve mahallelerin düzenini sağlamakta da hünerliydiler. Her ne kadar aralarında, bıçkın ve külhani tipler olsa da meslek eskileri taşkınlığa ve sululuğa aman vermez, onlar da büyüklerine saygıda kusur etmezlerdi. Ne de olsa bu mesleğin köklü bir raconu vardı. Kısacası dünyanın bu en eski mesleği olan faytonculuk, ailemizin geçim kaynağı, İzmir’in süsü ve simgesiydi ve  İzmir’in şehir kimliğinde faytonun önemli bir yeri vardı.





Karantinalı Despina 

Bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına
Çıktı mı deprem sanırdın 'kara kız' kantosuna
Titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan
Muammer Bey'in gözdesi Karantina'lı Despina
Çapkın gülüşü şöyle faytona binişi Kordelia'dan
Ne kadar başkaydı her kadından her bakımdan
Sınırsız bir mutlulukta uyuturdu Muammer Bey'i
Ustalıkla damıttığı o tantanalı aşklarından

Attila İlhan


"Karantinalı Despina"  şarkı sözlerini dinlemek için lütfen tıklayınız.  


Fayton İzmir için yalnızca bir taşıma araca değil kentsel simgelerden biri olmuştur. Tarih boyunca üstlendiği doğunun batıya açılan kapısı olma görevini simgeleyen bir imgedir. Fayton geçmişte olduğu kadar yaygın kullanılmıyorsa da İzmir Faytonu özellikle Alsancak, Karşıyaka ve Kordonboyu ile bütünleşmiş İzmir'in güzelliklerinden birisidir. Bu mirasın yeniden kente kazandırılması, şehrin değerlerine ve tarihine sahip çıkılması adına büyük önem taşımaktadır. 


Faytonlar uzun yıllar şehir halkı tarafından önemli bir ulaşım aracı olarak kullanılmış, tarihin vazgeçilmez bir parçasını oluşturmuştur. Fayton günümüzde İzmir’de, Alsancak ve Karşıyaka kordon boyunda azda olsa turistik gezi amaçlı kullanılıyordu. Artık onlar da yok. Gelişen teknoloji karşısında faytonculukta yitip gitti.  Faytonlar ve özellikle atlar orta Asya’dan beri ata yadigârıydı, pek çok gelenek gibi onlar da anılarda kaldı.

Devran Döner, Yaşam Sürer

Faytoncu Halil Ağa’nın eşi Muzaffer Hanım, 1948 yılında, Selanik’i bir kez daha göremeden, İzmir’de vefat etti. Halil Hortaç onun yokluğuna fazlaca dayanamadı ve aradan 4 ay geçmeden 50 yıllık eşini yalnız bırakamadı. Büyük kızları Rabia, 1932 yılında, İzmir Posta Paket Müdürü, Cafer Ogay Beyle evlenmişti. Cafer Bey de Mübadele öncesi, Selanik’ten göç ederek Türkiye’ye gelmiş ve Konya ve Akşehir’de PTT idaresinde çalıştıktan sonra İzmir’e tayin olmuştu. 1933 yılında Coşkun, 1938 Yılında Okan ve 1944 Yılında İnci adlı çocukları, Karataş semtinde tarihi Asansör kulesi yakınındaki Yalı durağında, 269. Sokaktaki evde Dünyaya geldiler.

Fayton Sürücüsü ve emekçisi Mehmet Hortaç da yine ayni yıllarda Neriman Hanım ile evlendi. 1933 yılında Emel, 1936 Yılında Erol ve 1940 yılında Ergül dünyaya geldi.

Selanikli Halil Ağa’nın ortanca kızı ve bizlerin annesi Selanik doğumlu Kadriye Hortaç, 1940 yılında Havacı Astsubay Remzi Yiğit ile evlendi. 1941 yılında Vural, 1942 yılında Ünal, 1947 de Fevziye İzmir’de ve Safa, 1952 yılında, Eskişehir’de dünyaya geldi. 

Bizler onların torunlarıyız ve anılarını her zaman yaşatmak isteriz.

1963 yılının Ağustos ayı idi. Dedemiz Halil Hortaç’ın vefatının ardından tam yirmi yıl geçmişti. Selanikli Halil Ağa’nın torunları olan bizler, artık büyümüş, yetişkin birer delikanlı olmuştuk. Ben üniversite son sınıfa devam ediyordum. Coşkun Ogay, Deniz astsubayı olmuş, evlenip çoluk çocuğa karışmıştı. Okan Ogay Üniversiteyi yeni bitirmiş çalışıyordu. Erol Hortaç ise yeni evlenmişti. En küçüğümüz olan Safa Yiğit’in sünnet düğünü yapılacaktı. O gece kına gececiydi ve tüm aile bireyleri İzmir, Üçkuyular semtindeki bahçeli evimizde toplanmıştık. Bayanlar bir arada eğlenceye dalmışken, bizler de o zamanın gözde yerlerinden biri olan Güzelyalı’da Parkın hemen yakınındaki bir meyhaneye oturmuş, hem bir İzmir akşamı yaşıyor hem de özlem gideriyorduk.

Gecenin geç saatlerinde, yaşı oldukça ilerlemiş, boylu poslu, yakışıklı sayılacak bir adam meyhaneye gelip, sağa sola selam verdi, bize de afiyet olsun dedikten sonra köşesindeki yerini aldı. Buranın eski müdavimlerinden olmalıydı. Birkaç meze söyledi ve rakısını yudumlamağa başladı. Ufacık meyhane tıklım tıklım dolu olmasına karşın gayet sessiz ve sakindi. Herkes başkalarını rahatsız etmeyecek şekilde alçak sesle muhabbet ediyor, meyhane adabına uyuyordu. Birden Erol Ağabey son gelen yaşlı adama dikkatlice bakıp;

“Yahu bu gelen dedemin arkadaşı faytoncu Latif Ağa değil mi?” Diye sordu. 
“Gerçekten de o, demek hala yaşıyor!”
Ben uzun yıllar İzmir’den uzak kaldığım ve diğerlerinden küçük olduğum için pek anımsayamadım.
“Haydi, yanına gidelim.”
Hep birlikte kalkıp masaya gittik, kendimizi tanıttık.
“Bizler Selanikli Faytoncu Halil Ağa’nın torunlarıyız” Der demez Latif Ağanın kadehi yarım kaldı, birden durdu, gözleri yaşlar akmağa başladı.
“Demek ki Halil Ağa’nın torunlarısınız ha!”
“Buyurun oturun” Diyerek bizleri masasına davet etti. Uzaklara dalmış, kalakalmış bir türlü kendine gelememişti.
“Ah, koca Halil Ağa ah!” “Demek sizler Hail Ağa’nın torunlarısınız?”
“Evet, ben Mehmet Hortaç’ın oğlu Erol.”
“Mehmed’i de tanırım, birlikte çok at koşturduk.”
“Bizler de Rabia ve Kadriye’nin oğullarıyız.”
“Daha başkaları da var.”
Tekrar dertlendi, ne söyleyeceğini şaşırdı. Meyhaneciye seslenerek;
“Recep gençlere, meze getirive, birde ortalığı temizle.”
Hep birlikte masaya oturduk. Latif Ağa bizlere tek tek bakıp inceliyordu.
“Müşteriyi tramvay deposunun oraya bıraktım. Güzelyalı’ya geldikçe buraya uğrarım.” “Bugün sizlere rastlamak, Ağayı anmak kısmetmiş” 
“Hadi, Halil Ağanın şerefine, eski günlere.”
“Şerefe” deyip kadehleri tokuşturduk. Latif Ağa anlatmağa koyuldu;
“Hey gidi günler hey, o zamanlar faytonculuğun bir adabı ve görgüsü vardı.” Hayıflandı, esef etti. “Bakın şimdi kimlere kaldı!”
“Ben Faytonculuğa Halil Ağanın yanında başladım.” 
“Biz de Gümülcine’den gelmişiz. O zamanlar yaşım küçüktü, babamla tanışırlarmış beni Çırak verdi.”, “Önce atlara bakardım. Sonra koşumları ben hazırlamağa başladım. Başlık, çeki kayışları, hamut, paldum, sedenka ve yular bağlamayı öğrendim.”
“Faytonların dönüşünde ve növbet değişiminde,  atların terlerini alır, battaniye örter, kaşağı yapardım.” Kendinden geçmiş anlatmağa devam ediyordu:
“Araba atlarının toynakları bakım ister. O bakım kadın tırnağında bile yoktur”. “Tırnağın yerden yüksekliğini bilmek gerekir. Fazla uzun tırnak hayvanı rahatsız eder, kısa kalırsa eti zedelenir. Yontacak ile fazlalıkları almak gerekir. Sonra törpü ile düzeltilecek, kıllar kirler alınacak.”
“Sonra alır nalbanda götürür, mıh çaktırırdım.”
“Yaşım erince, Faytonlardan birini sürmeğe başladım. Fayton sürmek kolay iş değildir. Acemi sürücü fayton bile devirir.”
“İşte her şeyi, hep Halil Ağa’nın yanında öğrendim ben.”
“O, iyi adamdı, hoş adamdı, adam gibi adamdı,  benzeri, encamı yoktu.”
“Onlar, öldü gitti. Fayton işini biz sürdürdük. Ancak Selanikli Halil Ağa gibisi hiç gelemedi, ha bu İzmir çukuruna.”
“Hem o Selanik’te bile fayton sürmüş, atlara kıyamamış, arabalarla birlikte almış getirmiş, gemiye koyup İzmir’e.”
Bir yandan başını sallıyor, gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyordu.
“Şimdi ne yapıyorsun, Latif Amca?”
“Ne yapayım, faytonculuğu sürdürüyorum. Ancak değil işler eskisi gibi.”
“Faytonculuk öldü bu güzelim İzmir’de. Ne Fayton kaldı ne faytoncu.”

Dertliydi, derdine derman yoktu, muhabbet uzadı gitti, vakit geç oldu. Biz soruyor, o anlatıyordu. Neden sonra meyhaneciyi çağırdı, hesap ödemeğe kalktı. Bizler bırakmadık,  hepimize ayrı ayrı sarıldı, gözyaşlarını saklayarak çıktı gitti.

Arkasından baktığımızda, Güzelyalı Parkının kenarında duran Faytonuna atladı, el salladık,  faytonu çevirip Mithatpaşa Caddesine çıktı. Ardından,  atların boynundan gelen çanların çıngırtısı, nal seslerine karıştı, yalıdaki evler arasından yitti gitti.

Teşekkür

Bu Öykünün yazımında, anılarından yararlandığım Annem, Kadriye Yiğit ve dayım Mehmet Hortaç’ın büyük kızı Emel Kunt’a, Amca kızları, Gülsen Dönmez, Cavidan ve Selma Yiğit’e teşekkür ediyor, uzun ve sağlıklı bir yaşam diliyorum.

Vural Yiğit

Foça, Eylül 2012
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt