×

Mübadiller Bölüm-3


Basmane-1920


Mübadiller-3
( Tahaffuzhane, İzmir )  


Dr. Vural Yiğit 
 
Tahaffuzhane

İzmir’in, o günlerdeki adı Kalozmen olan Urla kazasında, 1865 yılında bir karantina istasyonu kurulmasına karar verildiğinde adanın henüz kara bağlantısı bile yoktu. Öncelikle, İzmir-Urla karayolu açılmış,  sonra da adayı ana karaya bağlayan yol genişletilmişti. Aslında, blok taşlardan oluşan bu antik yol, MÖ 4. yy da Urla’ya (Kalazomenai) gelen Büyük İskender’in, Adayı ana karaya bağlamak için yaptırdığı yoldu. 
 
Urla (Kalozmenai), Karantina Adası.

 
Selanik Limanından kalkan ve mübadilleri taşıyan, Bahri Cedid Vapuru Urla açıklarında bir yerde demirledi. Yolcular beklemeğe başladılar. Süre uzayınca sabırsızlık arttı. Halil Ağa ne oluyor diye bakmağa gitti. Geri döndüğünde suratı asıktı.

“Abe, burada kalacakmışız bir zaman.”
“Nedenmiş o ?”  Diye sordu Muzaffer Hanım.
“Taarruzhane mi? Tafuzhane mi ne, burada temizleyeceklermiş bizi.”
“Biz pis miyiz ki, tübe tübe.”
“Yo öle değil, hastalık, neyi var mı diye.”

Tahaffuzhaneler1   eski yıllardan beri bir başka şehir veya ülkeden gelen veya göç eden insanların ve özellikle de gemilerin, toplu halde bir süre misafir edilip, sağlık kontrolü ve temizlikleri yapıldıktan sonra şehre veya ülkeye girişine müsaade edilen yerlerdi. Burada karantina işlemleri için gerekli sağlık personeli, doktorlar, araç gereç ve donanımın yer aldığı bina ve misafirhaneler bulunuyordu. İlk olarak, doktorlar ve sağlık memurları tarafından, yolcuların muayeneleri yapılıp hastalık kuşkusu olanlar derhal karantinaya alınacaktı. Diğerleri ise duşlarda yıkanıp, bekleme süresi dolduktan sonra yollarına devam edebilirdi. 

Bahri Cedid Vapuru Urla, Karantina Adası karşısında demirlediğinde, yolcular arasında büyük bir telaş başladı. Herkes yükünü ve eşyasını toplamış bekliyordu. İnsanlar teker teker sıraya alınıp, gemiye yanaşan sandallara alındılar. Bunların çoğu ince uzun İzmir kayığı idiler ve eşyalar için mavnalar bulunuyordu. Peki, atlar ve faytonlar ne olacaktı?  Atların da karantinaya girmesi şart mıydı?  Halil Ağa;

“Abe, benim atlarım arabam ne olacak?” diye sordu gemiye binen karantina memurlarına.
“Evet, atlar da karantinaya alınacak bey amca,” dedi beyaz önlüklü veteriner.
“Burada baksanız olmaz mı bu beygirlere?” 
“Olmaz dayı, hem aşıları olacak.”
“Ne aşısı vre, ben yaptırdım kaç kere.”

Atları ve arabaları mecburen yanaşan bir mavnaya indirdiler. Urla iskelesinde indirilen atlar, diğer hayvanların bulunduğu tavlaya ayrı olarak alındı. Bizimkiler de dolgu yoldan karadaki çadırlara taşındılar.

“Abe kaç gün sürecek bu karantina denen esaret?”
“Amca bilmez misin ‘karantina’ kırk gün demektir,” diye dalga geçmek istedi karantina görevlisi.
“Nereden çıktı bu çapanoğlu, kimse aber etmedi bize bundan.”
“Amca bu sizin iyiliğiniz için, bak hastalıktan kırılır millet, ya size de bulaşmış ise?”
“Haklısın bre yeğenim, eç düşünmedim ben büle olacağını.”
“Üzülme amca karantina eskisi gibi değil artık, fen gelişti, yedi günde salıverirler size bir maraza yoksa.”

Önce sıra bekleyip kayıt yaptırdılar, sonra çadırlara alındılar. Kayıt işi uzun sürmüştü ama artık Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı idiler. 

O günkü adıyla Kalazomen2 Adasında   inşa edilen İzmir Tahaffuzhanesinde, önce yolcuların eşyaları, 110 santigrad derecede “tazyik-i buhar ile tathir ve tebhir” yani buhar gücü ile dezenfeksiyon işlemi gerçekleştirildi. Tahaffuzhane personeli; Müdür, ser tabip, tabipler, nigâhbân(bekçi)3, gardiyan, kâtip ve tebhir makinistinden oluşmaktaydı. Burası bir ana baba günü gibi kalabalıktı. Sürekli gidip gelen mübadil gemilerinden gelenler ile dolup taşmıştı. Kader taşıyan gemilerin yolcularının burada elbiseleri, çamaşırları yıkandı, paklandı buharda dezenfekte edildi. Her yeri lizol adı verilen ilacın keskin kokusu sarmıştı. Günlerce sonra bir tas sıcak çorbayı ilk kez burada içtiler. Bir Hilal-i Ahmer doktorunun nezaretinde mutat tathiratını (alışılmış temizlikleri) ikmal ettikten sonra, hassas bir sağlık kontrolünden geçirildi. Atlar da ayni şekilde muayeneden geçmiş, herkesin temiz kâğıtları alınmıştı. Şimdi sıra iskân edilecekleri yere gitmeye gelmişti, ama nereye?
 

 

 
Bizimkilerin gideceği yerin İzmir olacağı belliydi. Bu Selanik’e benzeyen güzel kent artık fazla uzakta değildi. Ancak atlar ve faytonlar ile gitmenin zor olacağı anlaşılmıştı. Halil ağa ve Mehmet aradılar sordular, sonunda Foça’dan tuz getirip, Urla iskelesine boşaltan ve buradan İzmir’e gidecek olan bir çatana ile anlaştılar. Çatanacı, Karadenizli bir kaptandı, önce atları almak istemedi, sonra parayı görünce gözü açıldı.  Çatananın vinci ile faytonları bindirdiler sonra uzatılan bir payandadan atları içeri aldılar. Hayvanlar bu kez huysuzlanmadı, kaderlerine razı gibiydiler. Bizimkiler de diğer mübadiller ile birlikte, cümbür cemaat tekneye doluştular. Açgözlü laz kaptan, anasının nikâhını da isteyip, mümkün olduğunca çok göçmeni doldurarak, bu furyadan yaralanmak isteyen dingillerden biriydi. Bu bahtsız insanları kederleri onu hiç ilgilendirmezdi. Hıncahınç dolu istimbot İskeleden ayrıldı İzmir’e doğru yola koyuldu. Saatler sonra, uzakta yan yana yükselen iki yüksek Çatalkaya göründü.

“Abe burası bizim Hortaç Dağına benzer.”

İzmir’e yaklaştıkça şehrin beyaz evleri ve tepede bir kale vardı, Selanik kalesine benzer. Bu göç bir düş müydü, yoksa yeni bir yaşamın başlangıcı mıydı? 

Limana yaklaştıkça, teknede bir telaş başlamıştı, denkler eşyalar toplandı, iniş yerine yakın bir yere yığıldı. Tayfalar, ileri geri koşuştular. İstimbot, bir gurup kader yolculusunu daha Kordon boyuna getirmişti. Dışarısı da başka bir kıyametti, atlar, arabalar, atlı tramvaylar, develer, katırlar, bir curcuna bir hay huydur gidiyordu. Pür telaş içinde tekneden inildi, yükler, eşyalar bir kenara yığıldı, başında Muzaffer Hanım ve çocuklar kaldı. Halil ve Mehmet koşuştular, atların sağ salim yere ayak basmasını sağladılar.
 

İzmir Kordonboyu.

Kordon, Selanik’in benzeriydi ama evler, binalar, mimari, tabela yazıları her şey farklıydı. Arap harfleri yanında, Latin harfleri ile yazılmış tabela ve yazıları çoğunluktaydı, kurtuluşun aradan bir yıla yakın zaman geçmiş olmasına karşın yangın izleri her yanda görülüyordu. Büyük küçük Türk bayrağı, hemen her binada gururla dalgalanıyordu.

“Oh be, Türk’ün bayrağını, böyle anlı şanlı gördüm ya, ölsem gam yemem.”
“Asret kalmışız bayrağımıza, gidip öpecem onu, anlıma koyacam.”

Sabah esintisi gitmiş sıcak bastırmıştı. Faytonların tekerlekleri de yere değdiğinde, hemen okları indirip atları koştular. Rıhtımda yolcu bulmak ümidi ile sahile gelmiş İzmir’in faytoncuları, bu güzelim, süslü arabalara, güçlü kuvvetli atlara hasetle baktılar. Bunlar burada kalacaksa kendilerine ekmek zordu herhal. Eşyalar yüklendi, önceden belirlenmiş muacır kampına sevk edildiler. Mübadele ile İzmir’e gelen göçmenlerin çok olması büyük sorunlar yaratmıştı. Bu nedenle Hilali Ahmer’in yardımıyla şehir içinde ve çevre kasabalarda çok sayıda misafirhane kurulmuştu. Bunlardan biride Kemerköprü yakınlarındaki Kemer misafirhanesi idi. Burası, aslında Meles deresi kenarında ‘Sinekli’ adı verilen yerdi.



Dere civarındaki sivrisinekler adeta bayram yapıyor, bu yeni gördükleri taze tenlerden adeta et kopartıyorlardı. Gösterilen çadıra yerleştiler ailece. Halil Bey, Mehmet ile birlikte atların ve arabaların başında sırasıyla nöbet tutmuşlar, araba üstünde tilki uykusuna yatmışlardı. Allah’tan biraz ileride Aziziye Karakolu vardı. Bekçiler, nöbet tutup muntazam aralıklarla düdük çalıyorlardı. Atlar da sivrisineklerden çok rahatsız olmuşlardı. Bilmedikleri, daha önce hissetmedikleri bu yakarcasına sinsi acı, dur durak bilmeksizin tekrarlanıyor, hayvanlar silkiniyor, kuyruk sallıyor, yerlerde debelenerek acıyan, ısırılan yerlerini toprağa sürmek istiyorlardı. Ne yapsalar boştu, sinekler durmaksızın sokuyor, kan emmeğe doymuyorlardı.

Ertesi gün, erkenden kalkıp atları koştular, arabaları bir kontrolden geçirdikten sonra nafaka bulmak için yola koyuldular. Allahtan öyle bir işleri vardı ki kazanç hemen hazırdı. Ya işi gücü, yeri yurdu olmayanlar! Yer, yurt aklına gelince, Halil’in yüreği daraldı bu böyle olamazdı. Genç kızları vardı, aile böyle çadır içinde kalamazdı.


Basmane Garı 1920.

Basmahane Garında Fayton.

 
Şehri hiç bilmiyorlardı, kalabalığa bakıp Basmahane Garının önüne geldiler. Garın yanındaki Gaziler Caddesinde, sıra sıra müşteri bekleyen faytonla duruyordu. Onları görünce önce hayran hayran atları ve arabaları incelediler, sonra kötü kötü bakıp, nereden geldiklerini anlamağa çalıştılar. Burada durmak tekinsizdi. Civarda bir iki tur attılar. Arabalar kalabalık olduğuna göre, trenin gelme saati yakındı. Biraz sonra, Basmane Garının isten kararmış sundurması altında simsiyah dumanlar savuran bir lokomotif ve posta treni buharlar salarak durdu. Ortalığı bir telaş sardı. Faytoncular kısmetlerine düşen yolcuları toplayıp yola koyuldular. Etrafta eşyaları elinde araba bakan yolcular kaldı. Onları da Halil ve Mehmet fırlayıp kaptılar. Ancak ne fiyat biliyorlardı ne semt ne de pazarlık. Para konusunda anlaşma kolay olunca yolcular da ses çıkarmadılar, yolları tarif ettiler, hatta bilgi verenler de oldu. Yangın yerinin etrafından geçerken yürekleri bir kez daha burkuldu, buraları hala yangınlıktı, haraptı, türaptı, yerle yeksandı, viran ve viranelikti. 

Büyük İzmir yangının külleri henüz duruyordu. Kömürleşmiş, yıkkın binalar, yarı ayakta duvarlar, yanmış ahşapların kat kat olmuş, kömür katranı gibi kalıntıları. Bir yandan hummalı bir faaliyet ile enkaz toplanıyor, temizleniyor, yerine yeni Cumhuriyetin, İzmir’e yakışır fuar inşaatı sürüyordu. Eski dar sokakların yerine denize doğru açılan geniş bulvarlar yapılıyor ve ülkenin kaderi gibi her şey değişiyor, yeni baştan yaşam buluyordu. Tıpkı göç eden insanların, umutları gibi yeşeriyordu.

Halil’in bu göçebe duruma bir çare bulması gerekiyordu, yüzlerce aile perişandı, hastalık sefalet diz boyu idi. Böyle olursa kızanlar kırılacak, sineklere yem olacaktı. Atlara, arabalara da bir yer bulmak gerekiyordu. Böyle başında nöbet tutmakla olamazdı. Talih yaver gitti, Gara yakın, Kemerköprü’de hemen köprünün başında, dereye bakan bir ahır ve tavla vardı. Onlarla anlaştılar, arabalara atlara yer bulmuştu. Herhalde talihli bir gününde idiler ve tanrı düşküne yardım ediyor, Muzaffer hanımın duaları yerini buluyordu. 
 
 
Kemerköprü (Kervan köprüsü), Basmane yakınları, İzmir.
 

Halil ve Muzaffer Hortaç, Kemerköprüdeki evin taraçasında.
 

Etrafı kolaçan ederken derenin bu yanında, bahçeler içinde satılık bir ev gördüler. Göç hazırlığında olan bir Rum, taş yapı cumbalı evini satışa çıkarmıştı. Ancak yer ve konum iyi olduğundan, anasının nikâh ve drahoma parasını da buradan çıkarmak istiyordu ev sahibi Rum. Hem ev boştu, al takke ver külah, alaşağı ver yukarı, koy doluya, al boşa derken anlaştılar. Halil Ağa, kaporayı adamın eline tutuşturdu hemen Sinekliye koştu. Muzaffer Hanımı buldu, kadıncağız ne pişireceğini, kızancıkları nasıl besleyeceğini düşünüyordu kara kara.

“Muzaffer çıkar bakalım altınları.”

Muzaffer Hanım, sual etmeden denileni yaptı. Eklediler, denkleştirdiler, Rum caymadan altınları eline saydılar. İyi alışverişti doğrusu, her iki taraf memnundu, tapuya gidildi, kargaşa içinde işlemler tamamlandı. Akşama doğru, Halil ve Mehmet arabaları ile göç çadırlarına yanaştırdılar;

“Haydi, toplanın bre gidiyoruz!” kimse bir şey sormadı, bir telaş aldı, denkleri, sandığı sardılar, tarihi Kervan Köprüsünün hemen yanı başında, Gaziler Caddesine açılan sokakta, cumbalı, taş yapı evin önüne yanaştırdılar arabaları. Halil elindeki, koca anahtar ile çift kanatlı yüksek demir kapıyı açtı. İçeri doluştular. Demir kepenkleri açtılar, gün ışığında evi gördüler. Bundan iyisi can sağlığı idi. Ev iki katlıydı, giriş katında koca bir mutfak ve büyükçe sayılacak bir oda vardı. Merdivenler, yerler ve tavanlar hep ahşaptı, üst katta iki oda ve ortada cumbaya açılan bir sofa vardı. En üst katta ise gemici merdiveni ile çıkılan, çinko kaplı kocaman bir de taraça. Halil, Muzaffer’e dönüp evi nasıl bulduğunu sordu:

“Nohut oda, bakla sofa, abe daha ne isteriz ki.”
“Başımızı sokacak bir yer bulduk ya. Rabbime şükür.”

Kapı girişi, pencereler, yekpare taştı, tavanlar yüksekti, kocaman bir de mutfağı vardı, önde bir sahanlık, tulumba ve su yalağı, boydan boya sahan rafları, yukarıda duvara asılı kocaman bir tel dolabı vardı, ayrıca yüklükler, ahşap kapılı ve oymalıydı. Herkes mutluydu ve kendine bir yer kapma sevdasındaydı. Evin arkası ve yolun dereye kadar olan kısmı bahçelikti, dere boyunca kavak ağaçları göze çarpıyor, güldür, güldür akan derenin suları, biraz ilerideki tren yolunda manevra yapan tren ve vagonların seslerine karışıyordu. Tanrının sevgili kuluydular, hem atlarını barındıracak ahıra ve başlarını koyacakları bir eve kavuşmuşlardı. Atlar faytonlar İzmir sokaklarında koşuyor ve nafaka topluyorlardı. İşleri yoluna koymuş, hemen para kazanmaya başlamışlardı. 

O akşam yer sofrası kuruldu, tüm aile etrafında toplandı, ortaya nevale düzüldü, çerezler kondu, bir de rakı açtı Halil. Bir süre sonra keyifler yerine gelmiş, bir de efkâr basmıştı ki sorma gitsin. Nasıl olduysa oldu, hep beraber başladılar “Çalın davullar” adlı Selanik türküsünü söylemeye;

Çalın davulları çaydan aşağıya (Amman),
Mezarımı kazın dostlar belden aşağıya.
Koyun sularımı kazan dolunca (Amman),
Aman ölüm, zalim ölüm,
Üç gün ara ver,
Al başımdan bu sevdayı,
Götür yâre ver.
Selanik içinde selam okunur (Amman),
Selamın sedası dostlar cana dokunur.
Gelin olanlara kına yakılır (Amman),
Aman ölüm zalim ölüm,
Üç gün ara ver,
Al başımdan bu sevdayı,
Götür yâre ver.
“Mustafa da söylerdi bu türküyü, acaba şimdi ne yapıyor? Yedi düvelle başa çıktı, var daha yapacak çok işi.”
Mehmet lafa karıştı, “Mübadilleri de düşünüyordur, herhal.”
“Hangi birini, gelenler durmuyor, milyonları bulacak deniyor.”
“Koca Rumeli göç mü edecek yani?”
“Yalnız Rumeli olsa yine iyi.”
Muzaffer ellerini açıp dua etti, diğerleri de ona katıldılar.
“Büyük Mevlam, neylerse güzel eyler.”

Hallerine şükrediyorlardı, ancak sorun bu yeni yerlere uyumdu. Selanik o günün koşullarına göre çok gelişmiş bir yerdi. Elektrikli tramvaylar, gidip geliyor, havagazı ve elektrik ile sokaklar aydınlatılıyor, insanlar daha rahat giyinip, oldukça iyi bir yaşam sürdürüyorlardı. Daha derli toplu, temiz ve bakımlıydılar. İzmir de güzel şehirdi, Kordonboyu aynen Selanik’i andırıyordu. Ancak kurtuluş savaşının ve mübadelenin sonuçlarını, tahribatını her yerde kendini gösteriyordu. Sokaklar havagazı ile aydınlatılıyor ve çoğu semtte elektrik bulunmuyor, evlerde ise gaz ve lüks lambası kullanılıyordu.

Bu durumuma en çok üzülen Hasan’dı, bir türlü İzmir’e alışamamıştı. Konuşamadığı için hislerini duyuramıyor, bir kenara çekilip, sessiz durgun gün boyu öylece kalıyordu. Selanik’te her akşam sahile kadar yürür, orada bellediği bir yere oturur, denizi seyrederdi. Derken Hasan’ın bunalımları arttı, diğerleri de burukluk içinde idiler, ancak günlük işlere daldıklarından başkaca bir şey düşünemiyorlardı. Yeni bir ev düzmek hiç de kolay değildi. Halil ve Mehmet arada Çankaya, Kemeraltı, Kestelli, Havra Sokağı ve Sulumezar taraflarına uğruyor, eksik gideriyorlardı. Tilkilik ve Mezarlıkbaşındaki dükkânlardan alışveriş ediyor, ellerinde dolu fileler eve dönüyorlardı.

Hasan’ın ağlama ve sızlanmaları artınca, çareyi onu gündüzden Kordon ve Konak meydanına bırakmakta buldular, akşamları iş dönüşü gelip alıyorlardı. Konakta Kocaman heybetli bir yapı vardı buna Sarıkışla4   ya da Kışla–i Hümayun deniyordu, İzmir Konak Meydanı'nda 1829'da inşa edilmiş, İzmir'in sembollerinden biriydi. Kışla,1901'de inşa edilen Saat Kulesi'ne bakmakta, arkasında minyatür İngiliz Ayşe Camii (Bugünkü Konak Camii) vardı. Kışlanın iç kısmı Talimhane Meydanı olarak anılmaktaydı. Sarı renkte, kesme sarımsak taşlarından inşa edilmişti ve Sarıkışla adı buradan geliyordu.
 
Sarıkışla, Konak Meydanı.

Hasan kışlanın kenarında oturduğu bir taşın üzerinden bütün gün, gemileri ve denizi seyrediyor, kendini Selanik’te olarak algılıyordu. Arkadaşı yoktu, hâlbuki Selanik’te bütün esnaf onu tanır, buyur eder şerbet verirlerdi. Mahalleye gelince, orada da pek konu komşu yoktu, olsa bile gidiş geliş, tanışıklık yoktu. Nerede o Selanik’teki komşuluk, eş dost sohbetleri, akrabalar, gündüzleri haberli gelip gitmeler, burada hiçbiri olmuyordu. Allah’tan işler iyiydi, semtleri yokuşları öğrenmişiler, diğer faytonculara kendilerini kabul ettirmişlerdi. İzmir’de zaten faytonculara yeterinden fazla iş vardı.

Kuruluş tarihi M.Ö. 8.500 tarihlerine dayanan İzmir,  Dünyadaki diğer liman kentleri gibi çok uluslu ve çok kültürlü bir yapıya sahip olmuştu. Kentin sosyal ve kültürel gelişiminde hep özgür ve bağlantısız oluşu nedeni ile doğu ve batı kültürlerini bir arada özgürce yaşamıştı. İzmir’in faytonlarla ilişkisi, yabancı yerleşimciler, yani Levantenler ile başlamıştı. Atçılık, yetiştiricilik, han, kervan, sürücü, tamirci, araba imalatı, marangozluk, demircilik, nalbantlık, dericilik,  pirinç metal işleme, yem yemlik gibi birçok bilgi ve beceri ve imalatı gerektiren faytonculuk bu altyapıları ile birlikte gelişmişti İzmir’de.

Şehrin ılıman iklimi, kar yağmayışı nedeni ile kullanılan fayton çeşitleri; Victoria, landon ve visa vis modelleriydi. Biz İzmirliler bunlara karaço diyoruz. Belki de körüklerinin siyah olması belki de batıdaki isim benzerliğinden. Her neyse ne, faytonlar her dönemde İzmir’in simgesi, görselliğini bütünledi ve saygınlığı oldu. Olmaya da devam edecek! İzmirliler için ulaşım veya gezinme için faytona binmek bir alışkanlık bir ayrıcalıktı. Faytonlar yaygın olarak pek çok semt ve sayfiye yerlerinde işlerlerdi. Kadifekale eteklerinden başlayıp, Kemeraltı’na kadar uzanan mahallelerde yaşayanlar, Eşrefpaşa, Halilrifatpaşa, Karataş, Kokaryalı (Güzelyalı), Göztepe, Tepecik’te oturanlar da sık sık fayton kullanırlardı. Doğal olarak faytona binenler varlıklı insanlardı ve fayton, özel ve pahalı bir ulaşım aracıydı.

İzmir Belediyesi Şehrin yukarı semtleri hariç hemen her yere ulaşan faytonlar için fiyat tarifesi belirlemekteydi. Buna rağmen girdili çıktılı sokaklar için pazarlık her zaman geçerli bir yöntemdi ve pazarlıksız faytona binmek olmazdı. Fayton tarifeleri mesafeye göre belirlenirdi. İşte sizlere oldukça uzak bir geçmişten örnek İzmir fayton tarifesi:



1907 İZMİR FAYTON TARİFESİ
Mevkii                                 Ücret (Para)
Hükümetten; Basmaneye            16
İkiçeşmelik’ten, Kemer’e              20                                    
Punta’dan(Alsancak), Karataş’a  24
Karataş-Çukurçeşme Karakolu    10
Hacbekir çeşme-Kavaklıpınar      46
Karantina köprüsü, Göztepe        19
Göztepe, Halkapınar                    38
Dolaşmak için istikra(Kiralama)
olunan karaçoların beher saati     30 
Fasulyeden- Hükümete                12
Loka kahvesinden-Hükümete,     10
Azimet ve avdet (gidiş- dönüş)  pazarlığında %25 tenzil edilecek ve karaçocu yarım
saat bekleyecektir.
Gece saat üçten, Tal-u şemse (güneş doğumuna)  pazarlığa tabi olacaktır.
Bu tarifede yer alan İzmir’in pek çok bilmediğimiz Semti var. Bunların nerelerde olduğunu merak edenler olacaktır. Örneğin Fasulye semtinin adı, fasulyeden olmayıp Alsancak’ta olduğunu öğrendik (Şimdiki Dokuzeylül Üniversitesinin bulunduğu yer). Bilmediklerimiz varsa, bilenlere soralım!
1934 yılı verilerine göre, İzmir’de 21 durakta 205 adet kayıtlı fayton bulunmaktaydı ve müşterilerin faytonları on dakika bekletme hakkı bulunuyordu ve bundan fazlası ücrete tabiydi. İzmir’e kentinin, inişli çıkışlı, yokuşlu bayırlı sokakları nedeni ile de kentin en eski ulaşım faytonlar ve diğer at arabaları ile sağlanmakta, hatta kentin yakın çevresine (Bornova, Buca, İnciraltı) yine faytonla gidilmekte idi.

Pasaporttan giriş ve çıkış yapan gemi yolcularının ve Basmahane ile Alsancak Garlarından, Anadolu’nun uzak kentlerine ve Ege’nin içlerine gidip gelenlerin, şehir içi ulaşımı hep faytonlarla sağlanırdı. Vapur ve trenlerin geliş gidiş saatlerini gayet iyi bilen ve kollayan faytoncular, rıhtım ve gar önlerine sıra sıra dizilir, müşteri beklerlerdi.
Halil Ağa ile oğlu Mehmet, İzmir meydanlarında, sokaklarında, yer yer dik yokuşlarında, at sürdürmeye ve şık faytonları ile yolcu taşımağa devam ediyorlardı. Artık İzmir’in bilinen faytoncuları arasına girmişlerdi. İzmir halkı da onları tanımış, tercih eder olmuşlardı. Durağa gelen çoğu zaman Selanikli Hail Ağayı arar veya haber salardı. İzmir Hanımları gündüz gezilerinde de sık sık kendilerini çağırırlardı. Onlarda zamanında haber ulaştırılan evin önüne gelir, sessizce bekler, aileleri çoluk çocuk faytona doluşan aileleri, gidecekleri yere varınca akşam dönüş saatini söylerlerdi.

Bir gün akşamüzeri, Basmahane Garında aldığı yolcu, adres olarak, Kadifekale’de, Kako durağına gideceğini söyledi. Genelde faytona binecek yolcular önce kaç para olduğunu sorardı ve ardından pazarlık başlardı. Halil Ağa aşırı fiyat istemeyi sevmezdi, tarife ve gereği neyse onu söylerdi ve genellikle de itiraz olmazdı. Faytoncular Kaleye çıkmaktan kaçınırlardı. Halil Ağanın atları güçlüydü, yokuş, bayır dinlemezlerdi. Ancak o da atları yormazdı uygun yollardan usturuplu giderdi. 

Tilkilik’ten geçerek, Namazgâh yokuşuna vurdu. Burası dolambaçlı çetrefilli bir yoldu.  Ağır ağır yokuşu çıktı, Agora’yı geçip Eşrefpaşa’ya geldi. Caminin önünden dönerek Kale yoluna girdi. Hava sıcaktı, atlar da yorulmuştu. Yolcuları bıraktıktan sonra, atları dinlendirmek amacı ile Kadifekale’ye doğru sürdü. Şehitliğin orda bir yalak vardı, atları çözüp sulandırdı. Onların kana kana su içişlerini seyretti ve faytonu bir çam ağacının altına çekip, kolonları boşalttı. Yarı yıkık, kırmızı taştan yapılı kale duvarlarına baktı ve kemerli kapıdan içeri girerek, surlardan birinin üstüne oturdu. Tüm İzmir şehri ve lacivert deniz kuşbakışı ayaklarının altında idi. Karşıda, Yamanlar Dağı yükseliyor, İzmir Körfezi bir kıvrım yaparak içeri doğru girmek istiyordu.
  
Kadifekale’de bakla tarlaları.


Halil, tarihin bir garip tecellisi olarak, Kız kardeşi Thessolaniki adına kurulan Selanik’ten sonra yine, Büyük İskender tarafından kurulan Kadifekale’nin burçları üzerinde oturup, karşı taraftaki doğduğu şehir Selanik’i düşünüyordu. Orası artık bir daha gidilmemek üzere uzaklarda kalmıştı. Gözünün önüne Selanik Kalesi geldi. Yine arabasını, atlarını ahırlarına bıraktıktan sonra evlerinin yakınındaki Selanik Kalesine çıkar, uzun uzun Kordonu ve etrafındaki dağları yukarıdan seyrederdi. Güneşi batırdıktan sonra yokuş aşağı Müslüman Mahallesindeki evine döner, elini yüzünü yıkadıktan sonra hazır olan sofraya otururdu. Ah nerelerdeydi şimdi, o Selanik kalesi? Beyaz Kulesi? Hele Beyaz Kule önünde müşteri beklemesi? Halil Ağa, Kadifekale’nin burçları üzerinden uzun uzun İzmir körfezine bakarken, özlem duyduğu Selanik aklına gelince gözleri yaşardı, daldı gitti uzaklara, acısını yüreğine gömdü.  

Aylar, yıllar böylece gelip geçmiş, 1930 lu yıllara gelinmişti. Büyük kızları Rabia büyümüş genç kız olmuştu, taliplisi çoktu, ancak fazlaca bir bildikleri olmadığı ve kimseyi fazlaca tanımadıkları için çekimser davranıyorlardı. Bu arada Ümüş yenge ve halalardan bazılarını buldular, gidip gelmeler başladı. Önce Rabia, İzmir Paket Posta Müdürlüğünde görevli Cafer Bey ile evlendi. Ardından Mehmet de artık eli ekmek tuttuğundan ve askerliğini tamamlamış olduğundan dünya evine girmişti. O günlerde büyük bir deprem oldu günlerce sokaklarda yattılar. Diğer yandan, Kadriye’nin de okula başlama yaşı gelmişti. Okul aramağa ve hazırlık yapmağa başladılar. Bu arada yeni Latin alfabesi ile eğitim hazırlıkları sürüyordu. Yıllardır alıştıkları Arap Alfabesi ile okuma yazma artık tarihe karışmış ve Türk Ulusu için yepyeni bir dönem başlıyordu.


  1Tahaffuzhanelerin mübadele gibi büyük göçler sırasında sıkça kullanımları söz konusuydu. Tahaffuz kelimesi "muhafaza" kelimesinden gelmektedir. Dolayısıyla,  "koruma evi"  ve bir anlamda "karantina evi" olarak da adlandırılabilir. Urla Tahaffuzhanesinde; Karantina, arıtma ve temizleme işlemi şu şekilde yapılıyordu: İzmir Limanı’na girecek tüm gemiler, Urla İskelesinin birkaç mil açıkta bekletiliyor, kişisel eşyalar, yolcu ve mürettebat, sandallar ile kıyıya getiriliyordu. Burada bulunan raylı sistemle, yolcuların eşyaları ayrı bir binaya taşınıyordu. Yolcular, kadın ve erkek olarak ayrılıp tıbbi muayene ve temizlik işlemleri yapıldıktan sonra bir süre kontrol altında tutuluyor, eşyaları buhar hanedeki etüv makinelerinde, yüksek basınç ve ısıyla, dezenfekte ediliyordu.

  2Akdeniz karantina ağının bir parçası olan Kalazomen Tahaffuzhanesi, salgın hastalıklara karşı izolasyon, dezenfeksiyon ve sterilizasyon görevlerini ifa etmesi için önemli liman şehirlerinden biri olan İzmir’de, Karantina adı verilen semtte (1. Karantina,2. Karantina, bugünkü köprü durağı),1846 yılında kurulmuştu. Bu karantina, 1848 yılında bir yangınla yok olmuş ve 1866-1869 yılları arasında Urla’daki Klazomen Adası’na taşınmıştı.

 
3 Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti / Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız - Harbiye Marşı

  4Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinin kozmopolit İzmir'inde, devlet erkini yansıtması amaçlanmıştı, Sarıkışla'nın inşasında. Çalışmaların başlatıldığı 1826 yılı, aynı zamanda, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılarak çağdaş bir ordunun temellerinin de atıldığı yıldı.

 
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt