×

Toprak ve İnsana Verilen Önem Medeniyetin Göstergesidir



Toprak ve İnsana Verilen Önem Medeniyetin Göstergesidir

Levent Taşkın 

Seyahat yapmak, farklı kültürleri görmek kişisel gelişim için büyük fırsatlar yaratıyor. Bu yüzden çok seyahat etmeye ve özellikle kendi ülkemden uzak coğrafyaları gezmeye öncelik veriyorum. 
 

Seyahatler sırasında farklı analizler yapmak ve gözlemlerimiz sonucu yeni kazanımlar elde etmek mümkün oluyor. Bunun için tabi ki sadece etrafa bakmak ve gezmek yerine, görmeyi ve kendimizi eleştirmeyi bilmemiz gerekiyor. Bazen kendimize dert edip şikayetçi olduğumuz konuların gittiğimiz yerlerdeki yaşamları gördüğümüzde ne kadar anlamsız olduğunun farkına varıyoruz. Bazen hayatımızın her aşamasında yaşamımızı kolaylaştıran teknolojileri, aletleri, yüksek hayat standardını, uygulamaya konmuş kanun ve yönetmeliklerin hayata geçirilişmiş olmasını; insana, tarihi eserlere, adalete, ahlaka ve doğaya verilen değeri gittiğimiz gelişmiş ülkelerde gördüğümüzde ise ne kadar zayıf koşullarda yaşadığımızı ve o seviyeye gelmek için 50-100 yıl kadar zaman gerektiğini hissediyoruz. Bazen de sahip olduklarımızın tatminsizliğini yaşarken, gezdiğimiz ülkelerdeki insanların sahip olduklarından 50-100 yıl kadar ileride olduğunuzu görüp şükretmeyi öğreniyoruz. 
 

Her diyalog, her iletişim, her yaşanmışlık kişiye bir şey öğretir. Yeter ki görmeyi, sorgulamayı, ön yargısız dinlemeyi ve empati kurmayı bilelim. O zaman ders çıkarmayı, kendimize ayna tutmayı, örnek almayı ve kişisel gelişimimiz için eksikliklerimizi görmeyi bilebiliriz. 
 
Sömürge olmuş, toprakları işgal edilmiş, din ve dilleri değiştirilmiş birçok ülkede özellikle İspanyol ve Portekizlilere karşı hiçbir olumlu düşünce oluşmamış. İspanya ve Portekiz’in sömürgesindeki ülkelerde zulum, işkence, kölelik ve ülkenin talan edilmesi bugün halen o coğrafyalarda hafızalarda ve nefret uyandırmış durumda. Bu işgalci ülkeler işgal ettikleri ülkelere ne eğitim, ne alt yapı, ne üretim, ne de sanayiye yönelik temelleri atmıştır. Sadece ülkenin tüm kaynaklarını ve insanlarını sömürüp, elde ettikleri zenginlikleri, ürünleri, yeraltı kaynaklarını kendi ülkelerine taşımışlardır. Bu nedenle bugün eski sömürgelerinden beslenme şansları büyük ölçüde kaybolmuştur. 
 
Fransızların sömürgelerinde de benzer durum söz konusudur. Osmanlı ise fetih ettiği yerlerde ne dil, ne din baskısı yapmış; halkı özgür bırakmıştır. İslami eserlerin dışında fethettiği ülkelerde ülkeyi kalkındıracak bir yatırım yapmamış ve geri çekildiğinde ise Osmanlı kültürünü de fetih ettiği yerlerde sürdürme şansını yakalayamamıştır. 
 
Tüm sömürgeci ülkelerin içerisinde en stratejik hareket eden İngilizler olmuştur. Gerek Afrika’da, gerek Asya’da İngilizlerin hakimiyet kurduğu her ülkede yerli halk dilini ve dinini değiştirmek zorunda kalmıştır. İngilizler de ülkelerin kaynaklarını ve insanlarını sömürürken o ülkeye kendi eğitim sistemini, bankacılık sistemini, hukuk sistemini ve sağlık sistemini yerleştirmiştir. Kendi kültürünü, yaşam biçimini, spor aktivitelerini, müziklerini işgal ettiği ülkelerdeki insanlara benimsetmiş ve sevdirmiştir. Üretimi teşvik etmişlerdir. Ülkenin alt yapısını, yollarını, üst yapılarını yapmışlardır.  İngilizlerin sömürgesi olan ülkelerdeki hukuk, bankacılık, sağlık, eğitim sistemi ile trafiğin soldan akışı dahil ülkenin ticari yapısı tamamen İngiltere’nin kopyasıdır. Bu nedenle bu ülkeler İngilizler tarafından kurulan bir alt yapıda yetişmiş insan kaynağı ile bugün kendi coğrafyalarında daha fazla gelişmeye uygun bir yapıya sahiptirler. İngiltere’de bu ülkelerdeki kopya yapısı ile halen hem saygı görmeye devam etmekte, hem de eski sömürgelerinden beslenmeye ve eski sömürgelerinin kaynaklarını (insan dahil) sürdürülebilir bir şekilde ülkesine aktarmaya devam etmektedir.
 

 
Özellikle Avrupa kıtası bir yandan Rönesans, bir yandan sanayi devrimi ile kendini farklı bir yere konumlandırmayı başarmıştır. Avrupa’nın batısı, kuzeyi, biraz da güneyi özellikle hizmet sektörü, ağır sanayisi, bankacılık ve finans sektörü ile öne çıkarken, toplumsal huzuru, etik yapısı ve hukuk düzeni ile örnek oluşturmaktadır. Bu ülkelerde bulunduğunuzda insana, eğitime, doğaya, bilime, sanata, hukuka ve özgürlüklere verilen önemi görüyor ve yaşıyorsunuz. Kendi ülkemizle kıyasladığımızda bizdeki eksiklikler ve birçok alanda ne kadar geride olduğumuz bir anda ortaya çıkıyor. 

 
Geçen hafta İtalya’da bir iş adamı ile sohbet ederken bana şu cümleleri aktardığında düşünmek zorunda kaldım:
 
‘’ Bizler toprağımıza ve insanımıza önem veririz. Toprak bizi bir arada tutandır, bunu biliriz. İyi eğitilmiş, adaletli, doğaya ve insana karşı saygısı olan insanlarınız yoksa, toprak size bir şey vermez. Bu nedenle bizler bulunduğumuz ve yaşadığımız topraklarda sanayimizi ve üretimimizi kurarız. Kasabımızı ve oradaki insanları önemseriz. Kazandığımızı o bölgeye ve oradaki insanların eğitim, kültür, sanat faaliyetlerine ve onların yaşam konforunun artması için kullanırız. Biz onlara, onlar bize değer katar. Bu şekilde toprağımızı korur ve onu önemseriz. Büyük ve uluslararası markalarımızın hiçbiri büyüdükçe büyük şehirlere taşınmaz, hangi kasabada işe başlamışsa orada devam eder. Markalar ve sanayi geliştikçe bulunduğu yerleşimdeki bilim, sanat, eğitim, alt yapı gibi tüm faaliyetler insanımız için gelişmeye devam eder.’’


‘’Doğa’’ ve ’’ İnsan’’ müthiş bir ikilidir. Her ikisinin de ortak yanı, ne verirsen o kadarını alabilmendir. Her ikisi de emek sarf etmezsen, gereken önemi vermezsen, bilim ve teknoloji ile beslemezsen solar gider.

Son yıllarda her alanda üretimin yok edildiği, sanatın ve sanatçının üzerinin çizildiği, adalet ve hukuk sisteminin siyasete endeksli hale getirildiği, etik ve ahlak kurallarının önemsenmediği, eğitimin köylerden kaldırılarak üniversitelere kadar niteliksiz hale getirildiği, bilimin ve bilimsel yaklaşımların hiçbir alanda dikkate alınmadığı, insan hakları ve kişisel özgürlüklerin yasaklarla sınırlandırıldığı bir ülkede yaşar hale getirildik. 

Doğa ve insan ikilisinden insanın en çok ihtiyaç duyduğu adalet, güven ve özgürlüğün dışında iş, aş, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlarının da karşılanmadığı bir ortamda sağlıklı bir toplumun var olması mümkün müdür?

Peki bu ikiliden doğanın durumu nedir ülkemizde?
 
Kanunlar ve yönetmeliklere rağmen çevreyi kirletmeye devam ediyor, zeytin ağaçlarından ormanlara kadar yeşil alanlarımızı betonlaştırıyor, SİT alanlarını ve tarımsal arazileri imara açıyor, göllerin kurumasına seyirci kalıyoruz. “

Doğasına ve insanına bu kadar eziyet ettiğimiz bu topraklar, ona ne verdiysek o da bize aynısını veriyor:

Mutsuzluk, Çaresizlik, Umutsuzluk

Dünyanın en güzel coğrafyalarından birisinde, dört mevsimin olduğu, üç tarafı denizlerle çevrili, medeniyetlerin ve dinlerin beşiği olan bu verimli topraklarda, toprak bize mutsuzluk veriyor, bu inanılmaz!!

Hiçbir başarı tesadüf değildir… Toprağına ve insanına değer vermeyen her toplum, medeni toplumların gölgesinde kalmaya mecbur kalacaktır. İtalyan iş adamının bana ilettiği cümlelerin önemi kendi yaşadığımız ülkedeki toprağa ve insana davranışımızı sorguladığımda daha da anlam kazandı benim için.

Coğrafya kader değildir. Her coğrafyada kendi hikayesini ve başarı öyküsünü yazmış birçok ülke buna kanıttır. Japonya’dan Çine, Tayvan’dan Güney Kore’ye, Kanada’dan Avustralya’ya, İsveç’ten Singapur’a, Birleşik Arap Emirlikleri’nden İsviçre’ye ve Almanya’ya kadar birçok örnek mevcuttur.

Atatürk’ümüzün Cumhuriyetin ilanı ile başlattığı köy enstitüleri ve harf devrimi dahil eğitim hamlesi; tarım ve sanayi hamlesi; hukuk ve adalet sistemi; insanı ön planda tutan özgürlükler ve haklar bizleri medeni toplumlar seviyesine kısa sürede çıkarmış ve biz de kendi coğrafyamızda kendi hikayesini örnek alınacak şekilde yazmış bir ülkeyiz.

Yapmamız gereken Ulu Önder Atatürk’ün yolundan gitmek ve onun ilkeleri ve devrimlerini esas alarak Dünya’yı takip etmektir.

Yeter ki bunun farkında olalım...

Saygılarımla
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt