×

Özürlülük mü, özgürlük mü?



Özürlülük mü, özgürlük mü?

Erkut Tokman 

 
Size bir özür borcum olduğunu biliyorum. Neden mi? Bu yazıyı yazdığım için. Özgürlüğe, insanlığa bir özür borcu bu, herkes gibi biraz vicdan meselesi...
 
Dünyanın ortasında görkemli uygarlıkların izlerinden geçip bugüne ulaşan insanlık; hem her şeye rağmen umutlu hem de çaresizlikleriyle baş başa, yeni dijital çağın top yekûn değişen değişirken de gerçekliğinden saptırılan ama bir o kadar da soyutlanan, sanallaşan -ani ve anti-gerçeklikleri- arasında kâh kafası bulanmış kâh bilinçlenerek ağır aksak yoluna devam ediyor. Bizler bireyin kendisinde olagelen değişimde yaşadığı toplumu, onun dönüşümünü; kavramsal olarak soyutlanıp kalmış insanlığı ve bu bağlamda kendi kaderini yeniden sorgulama sürecine tanık oluyoruz. Bir kez daha. Bin kaz daha. Toplumsal süreçler ve dinamikler de bu sayede şayeste hep bir koldan aynı çağın sanallaşan ve çarpıtılan gerçeklikleri içinden geçerek yoğrulmaktadırlar. Tabi ki insan aklı, bedeni ve ruhu da bütün bu süreçlere bir şekilde adapte oluyor; oluyoruz. Burada ya da dünyada başka bir yerde; o birey körleşerek, topallayarak, sağırlaşarak, dönüştüremediği dilin içinde dilsizleşerek, adeta papağanlaşarak; çoğul ama bir o kadar da yalnız yoluna devam ederken, bir yandan da trajikomik bir insanlık senaryosunun tekrarlanan ve hiç değişmeyen bir repliği gibi fragmanların içinde şekil değiştiren dar düşüncelerin fasit dairelerine sıkışıp kalmıştır ama bilincini uyanık kılma ve o daireleri kırma çabasındadır da. Bunu bireyin zihinsel özgürlüğünü özürlü kılmaya çalışan dengelerin karşısında bir bilinçlenme ve aydınlanma mücadelesi olarak görmeliyiz. Çağa ve bireye özgü bu yanılgılar, yanılsamalar, yalanlar…) Ortasında (…yaşanan insanlık halleri bireye ve topluma ait bütün süreçleri ve özgürlükleri /(…)/ yeniden gözden geçirmektedir. Kaderi de seher; kısmeti de beter; kederi de heder; mutluluğu da kahır; refahı da ağır; sağlığı da sefil; edebiyatı da sefir; sanatı da hakir; şiiri de fakir; doğayı da eğil; insan da a“(k).i.l.l.” doğasını da hamur; zihnini de çamur; dolayısıyla her şeyini özürlü kılan: Özgürlüğünü de ve özünü de ha!anam! de!anam! kelepçeleyen bunlardır; şunlardır; onlardır; yani bizlerizdir, sizlersizindir.

Sofokles’te olduğu gibi kadere boyun eğmeyen karakterlerin iradesini sağlam kılmak, geliştirmek ve onu saf bilincin duru görüsüyle, hain ve kurnaz aklın kirli düşüncelerine karşı temizlik aracı olarak kullanmak; yani bir başka bakımla insanlaşabilmenin güçlü iradesini kinden ya da şeytani olandan yana değil de Antigone gibi sevgiden yana, Tanrısal erdemlerin yüceliğiyle kuşatmak gerekir. Gerçek olan şu ki insanın fiziksel özürlerinin yanında; ucu gözüküp de altı görünmeyen buz dağı gibi aslında hep var olan düşünsel özürlülüğümüz; bir nebze olsun bu direnişle eriyebiliyorsa; o derin sulara karışabiliyorsak; okyanusu, denizi, dalgaları, sonsuzluğu hissedebiliyorsak erime daha da artarak devam edecektir/caktır ve buz dağı da gittikçe e-ri-me-li-dir!dir^dir’ (punto): Yoksa her gün zihnimizi rahatsız eden bu uygarlık yaralarıyla çağdan çağa isim ve maske değiştirip karşımıza çıkan daha pek çok Titanik facialarıyla iç içe yaşamaya devam edeceğiz. Savaşın, terörün, masum kanların, daha doğmamış hayatların, ölü çocukların, yok edilen ortak insanlık mirasının, aynı şekilde doğanın ve doğal kaynakların, ülkelerin ekonomik çıkarlarının ve insanın şeytani emellerinin ortasında yok oluşuna tanık olmaya devam mı edeceğiz? Soruyorum (punto). Cevap yoksa da yine suçlu ve zihinsel özürlü bireyler olarak (…) bu özürlü dünyanın ortasında çoğul ama yapayalnı(x); çarpıtılmı(x); üstüne çarpı konmu(x); dikenli telli x-x-x-x-x-x-x-x-x-x-x yasak bölgede özürlü düşünce modelleriyle; sözde özgürlüğü, demokrasiyi, insanlığı, adaleti… arayarak hep özgürlüksüz irinli koca bir yarayla yaşamaya devam edeceğiz (punto punto punto) (…) Noktanın özgürlüğü yok! Yaşasın erim!! Erimsel, edimsel ve devrimsel! Dile inat! Size inat!

Edebiyatın ve şiirin de bu çıkarların ve bile bile kanıksanmış özürlü bir ekonomik ve sosyal sistemin ortasında bir azınlığın eliyle başka bir azınlığın üstün çıkarları uğruna hayata modellenip sürülmesine de tanıklık etmeye ve susmaya devam edeceğiz. Bu aynı zamanda dünyanın, insanlığın, insanın, sevginin, hoşgörünün, barışın, huzurun, sağlığın… yok ve bok edilmesine ve boyunduruk altına girmesine de vesiledir. Bizler bütün bunlara tanıklık, şahitlik, hakimlik, savcılık, avukatlık etmeye devam mı edeceğiz? Yani özürlü bir dille, özürlü bir edebiyatla, özürlü insanlığımızla, özürlü bir ülkede, için için can çekişen özürlü bir dünyanın ta içinde kol kola yürümeye devam mı edeceğiz? Acaba Oktay Akbal’ın da dediği gibi suçumuz sadece insan olmak mı? Ya da Bekir Yıldız’ın “Halkalı Köle” de yazdığı, adlandırdığı ortaklıkların insanlığa dair kırılmayan çemberi mi? Özümüze başka türlü dönmenin yeni bir zorunluluğunu doğurur mu bütün bu sorular? Bilemem? Bütün bunlar bir içsel sorgulamanın eşik değeri olur mu? Yoksa beşik değeri olarak kalıp onlar sizi uyutmaya devam mı ederler bilemem? Bireysel o (s)onsuz (burada susunuz!) uyanışla toplumsal bir aydınlanmanın çarklarını tersine sonsuza dek (s)onsuz (burada kusunuz!) (içinizde ne varsa çıkarınız! Donunuz dahil!), sonsuza çevirerek için için içinde tam ortasında sizi tetikleyebilir miyim kendinizi öldürmeniz için? (Durunuz! Düşününüz!) Yoksa bütün bunlar tıpkı bugün de olduğu gibi umudun mayası, bir devrim, bir ütopya, bir masal, bir mit, belki de bir disütopya olarak kalmaya ve sadece edebiyat kitaplarında ya da zihinlerde hayal olarak yaşamaya devam mı edecek? Belki bu soruları sen de kendine sordun? Ya da soracaksın ya da belki de hiç sormazsın ey okuyucu! O kuyucu! Bu yazıyı da belki ciddiye alırsın ve okursun; belki de almazsın ve okumazsın ey okuyucu! O kuyucu! Ama unutma sen değişmediğin sürece bunlar da değişmeyecek ve eğer şimdi bu yazıyı okuyorsan ve buraya kadar geldiysen, dur ve düşün iki dakika da olsa ve vicdanına sorsana: Dünyanın, zihinlerin ve insanlığın böylesine özürlü olmasından kim sorumlu? Bunda benim payım ne? (Appunto)

Rğer hala insanlık yüzdemizde,  yapıp ettiklerimizle çelişik ve fakirsek, etrafımızdakilere kötülüklerimiz dokunmuşsa; hak yemişsek; çalmışsak; çırpmışsak; şiddete, ihanete, haksızlığa, kul hakkına, emeğe ve bunun gibi daha pek çok dengesizlikleri terazinin diğer yanına kötülüğün değişmemesi uğruna; iyiliğe, insanlığa karşı bir gram da olsa yüklemişsek; insanların manevi değerlerini hiçe sayarak onları çıkarlarımız için kullanıp ezmişsek; üstelik bunları birilerini kayırıp kollayarak yapmışsak ve adaletsizliğimizin ortasında bazı iyilikleri sadece vicdanımızı rahatlatmak için uyguladıysak; bazılarının gözünde iyi, bazılarının gözünde kötü olduysak; zihinleri bulandırıp nifak soktuysak; gerçekleri söylemektense, yanlış muhakemeyle adaleti vermekten kaçındıysak; pireyi berber yapıp kendimizi yok yere bir yerlere getirmeye çalıştıysak; başkalarına yalakalıklar yaparak kendimize haksız payeler verdirdiysek; dedikoduyla arkadan iş çevirdiysek; eksiklerimizi haklıyı karalayarak kapattıysak; gerçek başarıları kıskandıysak…. Bu örnekleri dilden dile dolaştırıp çok duyduysak bilin ki özürlü olduğumuzdandır. Yani demem o ki bütün bunlardan yola çıkarak edebiyatta, şiirde, sanatta, hayatta ne kadar güzel, görkemli şeyler yazarsak yazalım ya da yaratalım, hatta bildiğiniz gibi ödüller alalım, mevkiler makamlar edinelim, dernekler dergiler yönetelim… Ne yazdığınız edebiyat, ne kazdığınız mezar, ne ürettikleriniz, ne şiiriniz, ne şairliğiniz ne de başka sıfatlarınız ne kadar değer taşır? Kimin gözünde kimin özünde büyür? İnsani olanı seçmemişsek, zihnimizi özgür, kalbimizi temiz kılamamışsak, vicdanımızı dengede tutamamışsak; ya da bu ve bunun gibi insani erdemleri yaşamımız boyunca uygulamaya çaba sarf etmemişsek; sabır da etmemişsek; doğru bildiğimizi uygulayamamışsak; hayatlarından çalınmış o bireylerin çaldıkları terane uğruna o dengesi bozulmuş  terazinin iyilik tarafına konulan bir miligram olsa bile – bir kelebeğin kısa süren mutluluğu gibi-… Keşke az olmasa, hayatta geçecek olan şerefli bir ömre, dürüstlüğe insanlığa dair bir adımdır atacağınız hipi hopu hepi topu yani hepsi. Dolayısıyla özürlülüğümüz bu ve bunun gibi şeylerden çoğalırsa ne iyi halimize! Özürlü olan düşüncemizdir lafın kısası kıssadan hissesi! Borsada düşmüş senediniz değil ama bu hisse! Fiziksel olarak görünen değilsiniz! Hep de daha çok görünmeyende saklısınız! Belki bazen haklısınız ama maskelerin arkasında saklısınız! Baloda sözüm ona mutlusunuz! Özünse, ona karşı suçlusunuz! Vicdanınızda kime borçlusunuz!? İnsanlığa ibadetsiz oruçlusunuz! 

Özürleri maskeler saklar. Kendini sağlıklı bir bireymiş gibi topluma sunar adeta; pazarlar ve bu maskelerin düşmemesi için benzerleriyle işbirliğini sürdürür; arkasında da bunu destekleyen bir sisteme dayanır. Bu sistem, bir toplumu, bir bireyin zihnini adeta kan kemiren bir kene gibi sömürüyorsa, orada özgürlükten çok özürlülük kendini belli eder ama sağır dilsiz kör bu oyuna devam edilir çünkü papağan bireylere neler düşünüp söyleyecekleri toplumdaki belli organlar vasıtasıyla belletilmiştir. Reklam, televizyon, gazete, sosyal medya, cep telefonu, tablet vs. ne derseniz sizi özürlü bırakmak için yaratılmışlardır. Sermet Çağan’ın “Ayak Bacak Fabrikası” oyununu okuyanlar bilirler özürlü bir toplum ve bireyin nasıl yaratılabileceğini. Okumadıysanız şiddetsizce tavsiye ederim. Neden bu tür oyunların hiçbir zaman popüler olmadığı gerçeğini kendinize her gün sormalısınız derim, en azından size bunu salık verebilirim.

Size bir özür borcum olduğunu biliyorum. Neden mi? Bu yazıyı yazdığım için. Özgürlüğe, insanlığa bir özür borcu bu, herkes gibi biraz vicdan meselesi, terazinin dengesini iyiden yana değiştirmek için hala umut ediyor olabilmenin özür borcu aynı zamanda. Özürlülük mü özgürlük mü? Karar sizin. 
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt