×

Havacılar



Havacılar 

Dr. Vural Yiğit 

İnsanlık Tarihinin, en yıkıcı ve ölümcül olayı olan ikinci Dünya Savaşı, 1 Eylül, 1939 tarihinde, Almanya’nın Polonya’yı işgali ile başladı. Ardından acı, şiddet, yıkım, esaret ve milyonlarca yaşamın yitirildiği acılı günler yaşandı. Savaşın ne kadar süreceği de belirsizdi. O günlerde herhalde en çok yitirilen şey insan idi, hem de uzun insanlık tarihinde hiç görülmedik boyutta ve şiddette. Tüm teknolojik gelişmeler, yaşamı ve yaşam alanlarını yok etme üzerine kuruluydu. Her gün doğanın en değerli varlığı sayılan binlerce insan ölüyordu. Savaş yavaşlayacağına şiddetini giderek arttırdı ve kıta Avrupa’sında yayıldıkça yayıldı. Yaz, kış, kar, yağmur çamur demeden, genç, yaşlı, çoluk çocuk pek çok insan hayatını kaybediyor ve yaşam koşulları giderek güçleşiyordu. Daha sonra savaş bununla da sınırlı kalmayıp diğer kıtalara da yayıldı hatta okyanus ötesine ulaştı. Savaş acımasızdı ve ardında savaşı yönetenlerin doymak bilmez hırsları, binlerce yıllık kin ve hınç almanın birikimi vardı. Oysaki Dünyayı kasıp kavuran, Devletleri ve toplumları yok eden birinci savaşın ardından daha yirmi yıl bile geçmemişti.

Diğer yandan, yaşam hem savaş alanlarında hem de dışında devam ediyorken, bu amansız saldırı ve boğuşmanın etkisinde kalmamak olanaksızdı. Her koşulda, karada, havada, denizlerin, üstünde ve altında insanoğlu öldürmek veya yaşamda kalmak için ayrı bir uğraş veriyordu. Savaş Dünya’nın temel bir olayı gibiydi ve tüm kuralları ile işliyor, adeta kelebek etkisi yaratarak dalga dalga yayılıyordu. Öyle ki kısa sürede, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de sınırlarına ulaştı. Önceki gibi dört bir yanında olmasa bile savaş rüzgârları, Trakya’nın düzlüklerinden, Ege kıyılarına ve Akdeniz’e doğru tüm şiddeti ile esmekteydi.

Savaşın havadan kazanılacağı çoktan belli olmuştu. Bu nedenle tüm Avrupa semaları, gümüş kanatlı kuşlarla dolmuştu. Filolar halinde havalanan uçaklar, şişman karınlarında sakladıkları ağır ölüm bombalarını en çok zarar verecekleri yerlere salıyor, avcı uçakları havada birbirine saldırıyor, karşı bir atışla düşüyor, sağ kalanlar ise darmadağınık yuvalarına dönüyorlardı. 

O günlerin pervaneli çelik kuşları, gökyüzünde iken çok çok gürültücü idiler: Filotilla halinde uçarken çıkardıkları motor sesleri öylesine etkiliydi ki çok uzaklardan,  ritimli bir melodi gibi gelirdi kulaklara. Görev sonrası, gökyüzünden yavaş yavaş alçalıp, beton piste, tek tek tekerlek koyarlardı. Daha sonra park yerini alır ve motor kapatılınca, pervaneler birkaç kez daha dönerek başlangıç halini alırdı. Aslında çelik kanatlar yerde iken çok sessiz ve ağırbaşlı duruyorlardı, ta ki yeni uçuş anı gelip, ona güç ve hareket veren motorların yeniden ateşlenmesine kadar.

İzmir’in Doğusunda yer alan Gaziemir düzlüğünü mor renkli, yüksek sıradağlar çevreliyordu. Gün doğumunda civar köylüleri çoktan kalkmış, sırtlarında küfeleri, çoluk, çocuk, kadın erkek, kız, kızan tütün tarlalarının yolunu tutmuşlardı. Dağların arasından artık yükselmiş olan güneş havayı ısıtmağa başlamış, buharlaşmaya başlayan su damlalarının buğusu, bir serap gibi beton pist üzerinde, hare hare dalgalanıyordu. Biraz daha ileride oluklu saçtan yapılmış ve yarım silindir şeklindeki hangarlar seçilmeye başladı. Hangarların hemen yanında yer alan gümüş renkli, yayvan kanatlı tayyarelerin etrafında yoğun bir hareketlilik vardı. Mavi üniformalı,  kepleri ve yaka cepleri üzerinde küçük gümüş kanatları bulunan, Türkiye Cumhuriyeti’nin gözde havacıları, telaşlı bir uğraş içindeydiler. Etrafta bir koşuşturma ve onurlu bir uğraşı göze çarpıyordu. Kontroller yapılıyor, arızalar gideriliyor, kanat açıları düzenlenip tekerlekler yenileniyordu. Bir benzin tankerinin uzun siyah kalın hortumu, uçağın karnına doğru bir göbek bağı gibi uzayarak, önceki uçuştan boşalmış tankına, sıvı besini akıtmaya hazır bekliyordu. Etrafta keskin bir benzin kokusu vardı ve bu bilindik koku, havacının parfümüydü. Yan yana dizili tayyarelerin metal gövde ve pervane kanatları güneşte yansıyor, masmavi gökyüzüne bir an önce tırmanmak için sonsuz döngüsünü bekliyordu. Nihayet anı geldi, uçak yanında, hazır bekleyen pilotlar, çevik hareketlerle uçaklarındaki pilot yerlerine oturdular. Üzerlerinde, meşin deriden yapılmış, yakaları kürklü uçuş ceketleri vardı. Uçuş başlıklarını ve koyu renkli kalın gözlüklerini takarak, kemerlerini sıkıladılar. Daha sonra hazır işaretini alıp, marşa bastıklarında, yanındaki egzozlardan önce gri bir duman, daha sonra öksürme gibi bir ses çıkarak çalışan motordan güç alarak dönmeye başlayan pervaneler, görünmez daireler çizmeğe başladı. Tekerlek altlarından takozlar çekilip, yukarı kalkan başparmağın ardından gümüş kanatlar, ana piste doğru teker teker yürüdüler. Pist başına gelenler, kuleden aldığı komut ile pervane dönüş hızını arttırıp,  uzun soluklu bir koşu ardından, yerden kesilerek, gökyüzüne doğru yükseliyordu. Birbiri ardınca havalanan tayyarelerden oluşan filo İzmir Körfezi üzerinden, Ege Denizi’nin mavi sularına ulaştı. Artık günlük devriye ve gözetleme görevi başlamıştı.

19 Ekim 1939'da İngiltere ve Fransa, Türkiye ile yakınlaşmayı arttırmak için RAF, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri, yalnızca Türk Hava Kuvvetlerinin öğrenci pilotlarını, Cranwell üssüne davet etmişti. Böylece, 1941 devresinden 20 öğrenci pilot teğmenin, İngiltere'ye uçuş eğitimine gönderilmesine karar verildi. Ayni yıllarda Türkiye,  İngiltere’ye savaş gemisi ve denizaltı, siparişi vermiş ancak savaşın başlamasıyla teslimat gecikmişti. Türk-Alman Dostluk Paktı'nın gündeme gelmesi üzerine İngiltere, gemilerin yapımını tamamladı. Bunun üzerine Türkiye, gemileri teslim alacak personeli İngiltere’ye göndermeye karar verdi. Heyet önce deniz yoluyla Mısır'a, oradan da İngiltere’ye geçecekti. Deniz Yarbay Zeki Işın komutasında, 20 Deniz Subayı, 63 Deniz Astsubayı, 68 Deniz Erinden oluşan, Türk donanmasının en seçkin denizcileri sicillerine bakılarak seçilmişti. Bunun yanında, İngiltere’de pilot eğitimi görmek üzere 20 Hava subayı da kafileye katılacaktı. Denizaltı ve gemileri teslim alacak mürettebatın ve havacıların en geç 25 Haziran 1941 günü Mısır’ın Port Said Limanı’nda olması isteniyordu. 20 Haziranı 21 Hazirana bağlayan gece, Ankara’dan Toros Ekspres ile yola çıkartılan kafile 21 Haziran 1941 Cumartesi günü saat: 15.10’da Mersin tren garına ulaştı. Aynı gün Hava Yüzbaşı Reşat Ersel komutasındaki Hava Harp Okulu öğrencileri de Mersin’e geldi.

Refah Şilebi


 Mısıra deniz yoluyla gitmek için Refah şilebi seçilmişti. Alelacele derme çatma kamaralar, portatif helâlar ve aynı şekilde banyolar, Mersin marangozlarınca hazırlandı. Geminin telsizi eskiydi ve gemi elektriği ile çalışıyordu. II. Dünya Savaşı’nda Türkiye tarafsız olduğundan, Refah Şilebi bordolarına ve güvertesine Türk sancağı bandajı yapıldı ve aydınlatıldı. 23 Haziran 1941 Pazartesi günü saat 17. 30’da Mersin’den hareket eden Refah şilebi, Limandan 50 mil kadar açılmıştı ki saatler 23.00’ ü gösterirken önce derinlerden bir inleme ve gittikçe yaklaşan bir uğultu duyuldu. Ardından kulakları sağır eden korkunç bir patlama oldu ve Şilep ani bir titreyişle sarsıldı. Bilinmeyen bir savaş gemisinden gelen bir torpil şilebin bordasına isabet etmiş ve büyük bir gedik açılmıştı. Atılan torpil gemiyi neredeyse ikiye böldü. Yer olmadığı için filikalarda uyuyan denizciler bu patlamayla havaya uçmuş ve filikalardan biri paramparça olmuştu. Personel ne olduğundan habersizdi ve şilep yavaş yavaş sulara gömülürken, elektrikler kesilmiş, göz gözü görmüyordu. Geminin telsizi de susmuştu ve yardımın istenmesi ise mümkün görünmüyordu. Bazı denizciler, kalan diğer filikayı denize indirmeye çalıştılar. Gemi tam dört saat suyun yüzünde durmayı başardı. Ancak sonunda diğer bir patlama ile gemi ikiye ayrıldı ve tamamen sulara gömüldü. Bir adet tahliye filikasıyla facia yerinden ayrılan subay, talebe, astsubay ve erden oluşan toplam 28 kişi, 36 saat sonra Taşucu sahilinden karaya çıkarak geminin battığını bildirdiler. Olay yerine gönderilen uçak ve yardım ekiplerinin ve kendi çabaları ile kurtulanların sayısı 32 idi. 4 Deniz Subayı, 1 Hava Subayı, 4 Hava Öğrencisi, 15 Deniz astsubayı, 5 Deniz Eri ile 3 gemi mürettebatı kurtulabilmişti.

Bu sırada İzmir, Gaziemir’de bulunan Hava Alayının uçak mevcudunu arttırmak üzere Mısır’da bulunan, İngiliz Ortadoğu Hava Birliklerinden yeni uçakların getirilmesine karar verilmişti. Ancak o tarihlerde Ortadoğu’ya Akdeniz üzerinden gitmek oldukça tehlikeli bir işti. Refah Gemisi Faciasının acıları henüz unutulmamıştı. Bu nedenle İçlerinde babam, Remzi Yiğit’in de bulunduğu bir gurup havacının, Mısır’a gönderilmesine karar verildi. Bu kez trenle, kara yolundan gidilecekti. İzmir’den hareket eden birlik, 7 Mart 1942 tarihinde, İslahiye’de bulunan Hatay sınır kapısından Yurtdışına çıktı. 9 Mart 1942 tarihinde ise o günkü Filistin(Palastin) Devletinin Kantara şehrinden geçerek,  Kahire’ye geldiler.

 
Babam hava astsubay Remzi Yiğit(Sağda)

Remzi Yiğit’e,  ait Mısır’a gidiş görev pasaportu. Mart, 1942
 
Ardından tanıma ve uçuş eğitimleri başladı. Gece gündüz çöl sıcağında, Almanlardan kalan ve hiç kullanılmamış, Focke Wulf uçaklarının, bakım ve uçuş eğitimlerini gerçekleştirdiler. Bu bölgede İngiliz Hava Kuvvetlerinin çok sayıda uçağı ve stok malzemesi vardı. Hatta o dönemin en üstün avcı uçağı sayılan Spitfire’lar da bulunmaktaydı. Eğitim boyunca Kahire civarında dolaştılar ve sık sık Piramitlere çıktılar. Türk Uçuculara ilgi fazlaydı ve Osmanlı’dan beri Türk askerine olan saygı ve sevgi hala unutulmamıştı. Eğitim tamamlandı ve yine Filistin üzerinden, filo halinde Yurda dönüş için zorlu bir uçuş başladı.
 

İlk Hava şehitlerimiz, Fazıl Bey  ve Sadık Bey
 
Bu yol Türk havacıları tarafından iyi bilinen bir güzergahtı. İlk uçucularımızdan olan, Tayyareci Fethi Bey ve yardımcısı Sadık Beyler, MUAVENET–İ MİLLİYE isimli BLERIOT XI/B, uçağı ile İstanbul–İskenderiye uçuşunu gerçekleştirmek için 8 Şubat 1914 tarihinde yola çıkmışlardı. Bu kahraman havacılarımız, Konya, Ulukışla, Adana, Humus ve Şam üzerinden İskenderiye'ye uzanan bu hava yolculuğu sırasında,  Taberiye Gölü yakınlarında düşerek Türk havacılık tarihinin ilk şehidi oldular. Mezarları, Şam yakınlarında Selahattin Eyyubi Türbesinde bulunmaktaydı. Şehit Fethi ve Sadık Beylerin gerçekleştiremediği bu yolculuğu, çiçeği burnunda havacılarımız tamamlayarak, 29 Mayıs 1942 tarihinde Adana’ya ulaştılar. Daha sonra Yurt içinde uçuşa devam ederek, Gaziemir’e geldiler. İşte havacılık tarihimiz bunun gibi pek çok öykü ve serüven ile doludur.
          
                          
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt