×

Define


Define 

Dr. Vural Yiğit 

Biz mübadil yani göç etmiş bir aileyiz. Mübadele deyince hep iç sızlatıcı, acıklı hikâyeler anlatılır. Gerek Balkan Harbi, gerek 1924 Lozan mübadelesi öncesinde ve sonrasında, milyonlarca aile evlerini, barklarını tarlalarını, sabanlarını, bağlarını bahçelerini, çiftlerini çubuklarını, çiftliklerini, güzelim evlerini, köylerini kentlerini, bir daha dönmemek üzere geride bırakıp gurbet yollarına düşmüşler. Anadolu, Anavatan ama onlara göre gurbet elleri. Eş yok dost yok, yer yurt bilmezler. Bizim aile de öyle, Osmanlı’nın gözbebeği, onca yıllık Türk Yurdu şirin Selanik deki,  köylerinden kalkıp gelip buralara yerleşmişler, yaşamlarını sürdürüyorlar. Şimdilerde bir düzen kurmuşlar ama nasıl? Hiç de kolay olmamış, Dedemden ve babamın ağzından, yengelerimden teyzelerimden, hısım, akrabadan, çok kez dinlemiştim bu öyküleri. Durmadan, bıkmadan anlatırlardı. Çoğunu da babamın ağzından dinlemiştim:

Babam önce, “Biz muacırız em de mübadil. Mubadil ne demek bilir misiniz?” diye başlardı söze: “Şimdiki gençler epten bilmezler, mübadele karşılıklı yer değiştirme demek.” “Mübadil ise Urumeli’den değiş tokuş  anlamında.”
Dedelerimiz 1924 Türk-Yunan nüfus mübadelesinde ilk gemi kafilesi ile İzmir’e geliyorlar. Selanik’in, Kavala Sarışaban’a bağlı Karacaoba köylerinden tüm anılarını, topraklarını ve anne babalarının mezarlarını da bırakarak yeni bir yaşama, Ana Vatanlarına göç ediyorlar.

 “Bir oş geldin diyen yok. Önce Urla’da gemiden indikten sonra karantina mı muhafızhane (tahaffuzhane) mi ne dedikleri bir toplama yerine getirildik. Sağ olsunlar, beyaz üzerine kırmızı ay bayraklı Hilal-i Ahmer bize çok yardımcı oldu. Göçmenlere aş verdiler ve sağlık muayenelerini yaptılar.” 

“Beyaz gömlekli doktorlar bizi er, kadın, kız, kızan epten, tepeden muayene ettiler. Goca goca iğneleri sapladılar kimimizin gıçına, kimimizin omuzuna. İlk günleri burada geçirdikten sonra misafirhanelere sevk edildik. Burada bize “muhacir kâğıtları” verildi ve işlemler tamamlandıktan sonra muhacirler olarak, trene bindirip, Kasaba denilen bir yere götürüvediler. Yani şimdiki adı Turgutlu. Oradan da Çobanisa diye bir köye geldik kafile halinde. Burada tanıdık, bildik kimse yok. Bu köy silme tütüncüymüş. Biz tütün neyi bilmeyiz. Biz bağ, baçe, üzüm biliriz. Kötü kötü damlarda eylediler. Sıcak bir yandan, sinek bir yandan. Bizim oralarda sivri denen sinek yoktur. Bunlar iri iri kemikli cinsten, soktu mu şişiriyor. Gaşın Allah gaşın.

Babamın anlattıklarına göre, mübadillerin Türkiye'ye getirilmesi ve iskân edilmelerinde çok büyük zorluklar ve imkânsızlıklar yaşanmış. İskân ve arazi ile ilgili şikâyetlerin yanında yer değiştirme ile ilgili istekler çokmuş. Zira mübadillerin bir kısmı akrabalarından ayrı kaldığı gibi yerleşim yeri olarak da aykırı düşmüş. İşte bu tür kopmalar yüzünden farklı yerlerde iskân edilmiş olan mübadil akrabalarımızın yanına nakil isteklerinde bulunmuşlar. 

“Biz Manisa’nın Salihli’sini istiyorduk. Akrabalarımızın çoğu oraya iskân edilmişlerdi bizden önce. Sorduk, soruşturduk bunun bir yolu var mı diye. Mübadele İmar ve İskân Vekâleti’ne dilekçe vereceksiniz dediler. Allahtan okuma yazmamız var. Temmuz 1924 tarihinde dilekçemizi verdik.”

“Sarışaban Mübadillerinden Emin oğlu Ali,  Karacaoba Köyünden 14 nüfus olarak 3 ay önce İzmir'e geldiğimizi ve Salihli'de ikamet etmekte olan eniştemizin yanına naklimizi istedik. Ayrıca Köydeki mülk ve nüfus ile ilgili beyannamelerinin de mevcut olduğunu bildirdik.  Bir ay sonra gelen cevapta, İzmir 4.imar komisyonunca, yerleşme işleminde yanlışlıklar yapıldığını ve bu iskâna izin verildiğini bildiren yazısı geldi. Buna epten sevindik ve trene binerek tuttuk Salihli’nin yolunu.”

Salihlu de derler bu gasaba, yörüklerin bolca bulunduğu bir yermiş. Çok bereketli bir yer yeşil bir dağın eteğinden kurulmuş, ovasından Gediz diye bir çay akar. Her yan bağlık bahçelik. Bizin oralara hiç benzemiyor. Üstelik bir sıcak, bir sıcak. Nem desen bol, ter içinde kalavardık. Komisyondan bize köy beğenip seçin bir yer dediler. Yerlerin adları da bir garip ki garip. Çamurhamamı, Akçaköy, Allahdiyen, Derbent, Dombaylı de gitsin.. Buraları hep Yunan mezalimine uğramış. Bu palikaryalar buralara kadar gelmişler, yakmadıkları köy, etmedikleri mazalim kalmamış. Bize de kendi topraklarımızda ettikleri gibi.”

“Neyse uzatmayalım bizi Salihli’nin “Çökelek” adlı bir köyüne  verdiler. Köy Salihli’nin en eski yerleşik köylerinden biri imiş, kasabaya 7 km uzaklıkta. Bağlık bahçelik. Her yan üzüm bağı. Bereketi bol bir yer. Burada eskiden kalma bir taş evine yerleştik. Ev demeye bin şahit, her yeri yıkılmış, yamalanmış. Er neyse başımızı sokacak bir yer bulduk ya.”

“Köyümüz Gediz Çayı ile Marmara Gölü arasında yer almakta. Yakınlarında,  ‘Bintepeler’ ismiyle anılan bir yöre var. Yer yer tümsekler yığılmış düz ovanın ortasında. Sayıları belki yüzden fazla bu tepelerin. Bunlar kral mezarları imiş, eski zamanlardan kalma. Bu bölgede yer alan öyüklerin en büyüğü; Ünlü bir krala aitmiş. 300-400 metre var. Bu öyüklerin içinde mezar odaları bulunurmuş eski dönemden kalma. Ancak çoktan yağmalanmış halde.”

Çökelek köyüne yerleşen mübadil aileler, Selanik Kavala ve Sarışaban’a bağlı yakın köylerden olduklarından birbirlerini tanımakta. Memlekette yaptıkları ve en iyi bildikleri bağcılık yanında tarla bitkileri yetiştirilmesi ve özellikle küçükbaş hayvancılık işleri ile uğraşmışlar. Bir yandan da dedemin tabiri ile ‘Hükümat’ın verdiği yardımlar ile Rumlardan kalan ama geçen süre içinde çeşitli nedenler ile viraneye dönen evlerini onarmaya çalışmışlar. Akraba evliliği de dahil olmak üzere aileler, birbirlerinden kız almak ve vermek suretiyle genişlemiş ve çalışkan, birbirine saygılı, devlet tarafından kendilerine verilenlerle yetinen, vatanına ve bayrağına saygılı insanlar olarak adeta yeniden doğmuş olmanın bilinci ile hayatlarını sürdürmüşler.

Dedem de ninem de o sıralarda 20 li yaşlarda hem anadan hem babadan yetim olarak, kardeşleri ile birlikte diğer köylü ve Salihli’deki akrabalarının yardımıyla da geçinip gidiyorlar. Bu iki yetim çocuğa sahip çıkan akrabaları bir gün geliyor dedem ile ninemi evlendiriyorlar. Dedem askere alınıyor, bu arada ilk çocukları annem dünyaya geliyor. Adını Raziye koyuyorlar, büyüyüp evlenme çağına gelince annemi de Rumeli Sarışaban’dan gelip buraya yerleşen aynı köyden babam Emin oğlu Ali ile evlendiriyorlar. Ancak elde yok avuçta yok. 

Annem de babam da çok çalışkanlar. Çalışıp çabalayıp, tarlaya, çapaya, bağda üzüm kesmeye gidiyorlar. Başlarını sokacak bir damları yok. Eski yıkık dökük bir taş evi tamir edip buraya yerleşiyorlar. Babamın elinden her iş geliyor. Yerine göre marangozluk yapıyor, at eşek nallıyor. Annen yün örüyor, kilim dokuyor. Sonunda kendilerine ufak bir bağ alıyorlar. Sultaniye üzüm yetiştiriyorlar. Kurutup pazarda satıyorlar. Bu arada önce ablalarım Nazire ve Azize doğuyor. Hep birlikte ele ele verip çalışıyorlar. Muhacırlar çalışkan olurmuş, çalışmayıp da ne yapsınlar. Sonra babam, ovada Gediz kıyısında bir tarla alıyor. Kah pamuk, kah domates yetiştiriyor. Uzun bir aradan sonra erkek çocuk olarak ben dünyaya geliyorum. Buna çok seviniyorlar. Adımı Salih koyup, el bebek, gül bebek yetiştiriyorlar. Babam beni okutmakta hevesli,  ancak bu tarlaya bahçeye kim bakacak, kızlar evlenip gidecek.

Gediz Ovası bereketli mi bereketli, toprak güzel ve verimli ne ekersen oluyor, iyi de gelir getiriyor. Kışları da boş durmuyorlar, tarhana bulgur yapıp satıyorlar. Başlarını sokacak evleri var. Çocuklar doğunca onu da biraz büyütüp iki oda ekliyorlar. Derken bir ara babam muhtar seçiliyor, evimize gelen giden çoğalıyor.

İlkokul, ortaokul derken ben büyüyüp serpiliyorum. Babam beni tarlaya bahçeye pek sokmuyor, okuyayım istiyor. En büyük dileği bu. Yatılı okula gönderiyor. Lise bitince bizimkileri bir telaştır alıyor. Babam şiddetle Ege üniversitesi Ziraat Fakültesine gitmemi istiyor. Ancak benim toprakla, bağla bahçeyle fazlaca bir ilgim yok. Okumayı, araştırmayı, hesabı kitabı daha çok seviyorum. Aklım ise ticarette. Bakıyorum, kızgın güneş altında terleyip, emek verip üretenler değil, ürünü pazarlayıp satanlar daha zengin oluyor. En büyük en güzel evler onların. Tüccar kulübü var ama bir çiftçi kulübesi bile yok. Neyse sonunda, İktisadi ve Ticari Akademisini kazanıp, İzmir’e geldim. İzmir güzel yer, insanları neşeli ve yaşamı seviyor. Hele kızları, birbirinden güzel, değme gitsin. 

Tatil günlerinde ve ara dönemlerde köye dönüyorum ister istemez, burada yaşam hep ayni, tarla bahçe bir de gömü, define. Günlerden bir gün köyümüze Rum şivesi ile az çok Türkçe konuşabilen iki yabancı çıkagelmiş. Kendilerini Mübadele öncesi bizim köyden Yunanistan’a giden ailelerin çocuklarından olduklarını, atalarının yaşadıkları bu köyü merak edip, gezip görmek üzere geldiklerini söylemişler. Babamın Hasan amcasının taş evinde misafir olmak istemişler. Hasan amcamız da gelenleri tanrı misafiri olarak görmüş ve evine kabul etmiş. İlk gün yol yorgunu oldukları için erkenden yatıp uyumuşlar. Ertesi gün Hasan amcamız ile köyü şöyle bir dolaşmışlar, rastladıkları köy sakinleri arasında bildik, tanıdık insan aramışlar, sormuşlar soruşturmuşlar ancak bilen eden yok. Akşam olunca yemek sonrası Hasan amcamızla baş başa görüşmek istediklerini belirterek, köye geliş nedenini açıklamışlar. Bu evin samanlığında aile büyüklerinin köyden giderken bıraktıkları bir küp içinde altın ve değerli ziynet eşyalarını bıraktıklarını, eğer kimselere söylemez iseler bulunacak altınları Hasan amcamızla paylaşacaklarını söylemişler. 

Gerisini Hasan amcam şöyle anlatıyor:

“Erkes uyuya kalınca, yaktık gaz lambasını, ben ve Şaban başladık samanlıkta gösterdikleri yerleri kazmağa, gece vakti, kimse duymasın istedik.” “Aha! orayı kaz, burayı kaz, çıkmaz bir şeycikler.” “Derim oldu bizim samanlık arabelik gibi. Gece geç oldu, yarın devam edelim dediler. Yoktur acelesi.” 

“Ertesi sabah erkenden uyandık. Bizim misafirlerden içbir ses yok. Yorulup, uyumuş kalmışlar dedik. Bekleriz, bir türü uyanmazlar. Merak edip çıktık, odalarına yoklar.” “Abe nereye gitti bunlar?” “Başlarına bir şey gelmiş olmasın.” Sonra baktık ki eşyasını, pılısını pırtısını toplayıp gitmişler.” Doğru samanlığa koşup baktık, taş duvarda er yer eşelenmiş. Bir de kırık testi parçaları yerde. Aha o zaman uyandım. Bu çakallar gömünün yerini bilirmiş meyer.  Biz yatınca açmışlar deliği, almışlar defineyi, fırlayıp kaçmışlar. Bize de boş yere kazdırmışlar samanlığı.”

İşte böyle bizim bu çevrede gömü ve definecilik hikâyeleri çoktur. Anlat anlat bitmez. Herkes anadan doğma, babadan görme definecidir. Gömü nedir, höyük nedir, kazı nedir iyi bilirler. Her biri bir arkeolog gibidir mübarek. Pek çoğunun evinde dedektör denen alet, kazma kürek vardır. Her yerleri tarar dururlar bir metal, altın gümüş var mı diye. Aslında definecilik ve kazı yapmak yasaktır. Jandarma bir yakaladı mı doğru kodese. Buna rağmen defineci tayfasından geçilmez. Ara sıra tarladan bahçeden, metal para yani sikke ve gözyaşı şişesi gibi ufak tefek şeyler çıkar. Defineciler bunların kaç para edeceğini, satılacak yerini, zamanını bilirler. Sarraf gibidirler. Ancak esas aradıkları altındır, gümüştür. Çoğu zaman birileri elinde bir harita, gizli bir duyum ile gelir. Fısıldaşmalar başlar, rivayetler kulaktan kulağa dolaşır. O tayfa örgütlenir, gece yarısı çıkarlar kazıya, höyük, möyük bırakmazlar,  bir tepecik görmesin kazar dururlar. Çoğu zaman da elleri boş döner ama yılmazlar, usanmazlar. Babadan oğula geçer bu definecilik mesleği buralarda.

**********************

Haziran ayının sıcak güneşi Gediz Ovası üzerinde çoktan batmıştı. Ay ışığının olmadığı sessiz gecede, bir höyüğün dibinde, yanlarında bulunan lüks lambasının ışığında,  birkaç birkaç köylü, kazma sallamaya devam ediyordu.  Lüks lambasını yalnızca bir yönü aydınlatacak şekilde, uzaktan görülmesin diye bir karton parçası ile kapatmışlardı. Ellerine geçen haritaya bakarak, daha önce de kazdıkları, sonra kimseler anlamasın diye üzerini toprakla örttükleri bir çukurun içinde kazma sallamaya devam ediyorlardı. İkisi kazma ile toprağı eşerken diğerleri kürekler ile toprağı çukurdan yukarı atıyorlardı. Bu işi yaparken sessiz davranmak ve gizlilik esastı. Kazıda, kazmanın dokunduğu ve tok bir ses çıkardığı her taş ve kiremit parçasına rastladıklarında heyecanlanıyor, eğilip elleri ile toprağı eşeliyorlardı. Bekledikleri umut ettikleri daha büyük taş veya mermer parçasına rastlamaktı. Gecenin ilerleyen saatlerinde beklenen ses nihayet duyuldu. Kazma sert bir yere dokundu. Kazmayı sallayan kısık sesle duyurdu. "Aha, gömüyü bulduk!" kazı hızlandı kazma kürek canlandı, lüks lambasının parlak ışığında beyaz bir duvar parçasının ucu görünmüştü. Köylüler hızla kazmaya devam ettiler.

Beş köylünün Aktepe höyüğünde yaptıkları bu kazıdan tam 520 parça mücevher çıkmıştı. Gördükleri karşısında adeta dilleri tutuldu, konuşamaz oldular.  Buldukları define, M.Ö. 600'lü yıllarda bu topraklarda hüküm sürmüş Lidya Kralı Karun'un hazinelerinin küçük bir parçası olmalıydı.

Yıl 1968 idi, aylardan haziran. Anadolu topraklarında arkeolog kılıklı tarihi eser kaçakçıları kol geziyor, buldukları eserleri apar topar ülkeden kaçırıyorlardı. Onları buraya Ahmet Bülbül adında Yenişehirli bir antikacı getirmiş. Nasıl da gelip bulmuştu bu define meraklılarını. Zaten yörede herkes define peşindeydi, nereyi gözlerine kestirseler, hangi tüyoyu alsalar orayı köstebek yuvası gibi kazıyorlardı. Ancak bu gelenin elinde bir mezarın yerini gösteren bir harita vardı. Haritaya göre tarif edilen yer kazılınca dört duvar bir mezar, mezarın içinde de bir define çıkmıştı. Tam 520 parça... Ama içlerinde bir parça hemen göze batıyordu, diğerlerinden daha farklı ve kıymetli bir şey olduğu belliydi. Bu eşsiz parça, Karun hazinelerinin en nadide parçası olan Kanatlı Denizatı Broşuydu.

*********************************

Ben bu olayı bir gazete haberinden öğrendim. Okuduğum kadarı ile defineyi bulanlardan Kemal Çakar bugün 75 yaşında. Tam 50 yıl önce, henüz 25 yaşında bir delikanlıyken, dört arkadaşıyla birlikte Kanatlı Denizatı Broşunu çıkarmışlar gün yüzüne. Daha dün gibi tüm ayrıntılarıyla anlatıyor: “1968'in 6 Haziran günüydü. Her yerde Amerikalılar kazı yapıyor, bulduklarını kaçırıyordu. Bizim bulup çıkardığımız definede, at kafası görünümlü altından, kolye gibi bir parça ile bilezikler, kolyeler, bir tane de vazo vardı. Hepsini Dinarlı başka bir antikacıya sattık. Bize adam başı 78 bin lira verdiler. Bugünün parasıyla bir traktör parası ancak eder.”

Salihli malum antik Sart kentinin bulunduğu yer. Bizim köye de oldukça yakın zaman zaman gidip harabeler, yıkıntılar arasında dolaşır oynarız. O ne büyük duvarlar, ne güzel mermer sütunlar, kimi devrilmiş kimi dimdik ayakta. Kalesi, hamamı, yolu hanı her şeyi olduğu gibi duruyor.

Salihli İlçemizin bu Sart Kentinin milattan önce belki bin yıldan fazla bir geçmişi var Eski adı Sardes imiş, farklı medeniyetlerden ayakta kalmış yapıların da bulunduğu çok sayıda eser var. Biraz okuyup araştırmaya başladığımda, buralarda egemen olan Lidya'ya başkentlik yaptığını ve altın madenciliği sayesinde elde ettiği zenginlikle, döneminin en önemli merkezlerinden biri haline geldiğini öğreniyorum bu antik kentin.

Sart’ın adı "Karun kadar zengin" sözüyle de tanınan Lidya Kralı Karun dönemindeki zenginliğiyle dilden dile dolaşıyormuş. Kimmiş bu Karun derseniz; Üç büyük dinin kitabında geçen, zenginliği dillere destan Karun’la Lidya uygarlığının son kralı Kroisos aynı kişi imiş. 

Antik çağların en zengin kralı olarak bilinen, M.Ö. 560-546 yılları arasında hüküm sürmüş Lidya Kralı Krezüs'ün, bizde bilinen adıyla Karun'un hazineleri, o ölünce Uşak yakınlarındaki tümülüslere gömülmüş. Rivayete göre kral o kadar zenginmiş ki ülkenin her tarafları tepeleme altınla doluymuş. Mitolojide de tuttuğu her şeyin altın olması için tanrılara yalvaran, bu dileği kabul edilince mutluluğa erişeceğini zanneden Krezüs'ün hikayesi anlatılır. Sonunda kâhine danışıp ellerini Sart Çayında yıkayarak bu dertten kurtulur. İşte Sart Çayında bulunan altınların ve madenlerini eritmek için yapılan fırınların kalıntıları hala yakınlarında duruyor. Çok zengin olduğu halde mutluluğu bir türlü yakalayamayan Krezüs ise acılar içinde ölmüş.

Bu arada Karun hazineleri ile ilgili bu haberi okuyunca merakım iyice arttı, araştırmaya başladım. Zaman içinde arkeolog görünümlü kaçakçılar, yerli ve yabancı definecilerin karış karış ülkeyi kazdığı yıllarda. Bizim buralarda Beş Tepe, Toptepe, İkiztepe, Aktepe, diye bilinen yerler yani höyükler, bu yabancılar ve yerli halkımız tarafından talan edilmiş. Bulduklarını yok pahasına antikacılara, özellikle de yabancılara satmışlar. Bu eseler yüzlerce imiş ve bazıları Amerika’da, Newyork’ta Metropolitan adlı bir Müzede toplamış. Başlangıçta sergilemeye cesaret edememişler. Çünkü çalıntı eserleri satın aldığı ortaya çıkarsa durum kötü olurmuş.

Müze uzun yıllar bu eserleri mahzende tutmuş. Fakat durumu bilen, New York’lu zengin sanatseverler rahat durmayıp, müzeye baskı yapmışlar. Nihayet 1984’te müze dayanamayıp koleksiyonun bir kısmını Türkiye’nin ve Lidya uygarlığının adını bile anmadan ‘Doğu Yunan’ eserleri adı altında sergilemiş. Yunanla ne ilgisi varsa. Bunlar düpedüz Anadolu’nun malı.

Bir gazete muhabiri olan Peter Hopkirk durumu arkeoloji tutkusuyla bilinen bizim yerli gazeteci Özgen Acar ile paylaşmış. Acar, Türkiye’de haber yaparak olayın yankı uyandırmasını sağlamış ve bir dava açılmış. Altı yıl boyunca müze eserleri geri vermemek için direnmiş. Sonunda zaman aşımına çok az bir süre kala 432 parça eser yurda getirilmiş ve Uşak Müzesine konmuş. Ancak hikâye bununla bitmiyor!

Karun Hazinesi'nin en değerli parçası olarak bilinen ve hazinenin simgesi olan Kanatlı Denizatı Broşu neredeyse 2 bin 500 yıl sonra gün ışığına çıkmakla kalmayıp sonu belirsiz bir yolculuğa çıkmış. Hem de yapıldığı, takıldığı yerden çok uzaklara Dünya’nın bir diğer ucuna. 

10 yıllık bir hukuk mücadelesi ve 40 milyon dolarlık bir masraftan sonra Karun hazineleri zorunlu olarak 1994 yılında, New York'tan ülkemize getirildi. Sonrasında, broş ve diğer tarihi eserler Uşak Arkeoloji Müzesindeki camekânlar ardında yerini aldılar. Artık hazine doğduğu yere dönmüş ait olduğu topraklarda güven altındadır.

Tarihler 2006 yılını gösterirken Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bir ihbar gelir. Ve bakanlığın müfettişleri bir soruşturma başlatır. Sonuç: Kanatlı Denizatı broşu çalınmış ve yerine sahtesi konulmuştur. Hem de müzede sekiz kamera ve geceleri devreye giren alarm sistemiyle korunmasına rağmen. Filmlere konu olacak bu hırsızlık operasyonunu yapan ise müze müdürünün ta kendisi. Üstelik hırsızlığın üzerinden bir yıl geçmiş ve kimsenin haberi olmamış ruhu bile duymamış.

İki ayrı suçtan 17 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılan Müze Müdürü Kazım Akbıyıkoğlu ise kendini şöyle savunur: "Bu eserlerin getirilmesi için 10 yıl mücadele ettim. Eserleri ABD'den teslim alan benim. Hazineyi bulanların, satanların hepsi birer birer öldüler. Eski müdürüm, “Karun'un laneti bulaşan herkesi tutar” derdi de inanmazdım. Ama doğru çıktı. 

Soruşturma derinleştikçe hikâyenin ayrıntıları da ortaya çıkar. Müze müdürü gece hayatı yüzünden sorunlar yaşamakta, kumar borcu nedeniyle bir takım kişilerce tehdit edilmektedir. Borçlarını ödemenin tek yolu müzeden eser çalmaktır. Önce halı, kilim, şamdan gibi eserleri satar. Ama alacaklılar müze müdüründen artık daha fazlasını istemeye başlayınca, sıra Karun Hazinesi'nin gözbebeği Kanatlı Denizatı Broşu'na gelir.

Müzedeki vitrinin arkasına sahtesini yerleştirip gerçeğiyle İstanbul'un yolunu tutan Akbıyıkoğlu, 1,5 milyon dolar fiyat koyduğu broşa Kapalıçarşı'da alıcı bulamaz. Uşak'a geri döner. 15 gün sonra yeniden İstanbul'a gelir. Broşu almak isteyen ve parayı hazır eden birileri vardır. Majik Otel'de buluşurlar. Alıcılar “Broşun gerçek olup olmadığını göstereceğiz, siz buradan bekleyin” derler ve ortadan kaybolurlar. Müze müdürü otel odasında bekler durur. Ortada ne müşteri ne de broş vardır.

Müze müdürü hapsi boylar boylamasına ama Kanatlı Denizatının nerede olduğuna dair hiçbir fikir yoktur. Hem Türk hem yabancı basın birçok haber yapar, olaya Interpol dahil olur. Bu eşsiz eserin alınıp satılması artık çok zordur. Ama en büyük korku altınından yararlanmak amacıyla eritilme ihtimalidir. 2012'nin kasım ayında Alman polisinden bir haber gelir: “Aradığınız broşu Hagen kentinde bulduk. Ancak bunun orijinal olup olmadığını saptamanız için bir uzman gönderin.”

Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü, broşu incelemek üzere Almanya'ya Selçuk Üniversitesi'nden Yrd. Doç. Dr. Ertekin Doksanaltı ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi uzmanı Mahmut Aydın'ı 13 Kasım'da Almanya'ya gönderilir.

İki Türk yetkili, Essen Savcılığı'nda 3,5 saat süren kimyasal ölçüm ve biçim incelemelerinden sonra, broşun özgün "Kanatlı Denizatı" olduğu yolunda raporlarını verirler. Gerçeğiyle sahtesi arasındaki en önemli fark, gerçeğinin 'dövme' sahtesinin 'dökme' yöntemiyle yapılmasıdır. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın resmi yoldan başvurusuyla, 2013'ün mart ayında, broş mühürlü bir kutu içerisinde ait olduğu topraklara tekrar iade edilir. Bir süre Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde tutulduktan sonra, Uşak'ta yeniden düzenlenen Arkeoloji Müzesi'ne nakledilir.

Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, Karun hazinelerinin ve broşun lanetli olduğuna inananlar epey fazla. Broşun ilk sahibi Krezüs'ün hikayesi zaten acıklı bitmişti. Hazineyi gömülü olduğu yerden çıkartan beş köylüden bugün sadece Kemal Çakar hayatta, diğer arkadaşlarının kimisinin delirdiğini, kimisinin cinayete kurban gittiğini, kimisinin traktör altında kalmış. Yalnızca bu kadar da değil, hazineyi ABD'de Metropolitan Müzesine satan Amerikalı galerici, ona satan Türk antikacı, eseri sahtesiyle değiştiren müdürün sonları pek de iyi olmamış.

Bunları okuyunca doğru Uşak Müzesinin yolunu tuttum. Ne de olsa bizim buraya iki adımlık yer Uşak, kapı komşusu. Küçük ancak iyi düzenlenmiş Arkeoloji Müzesi’nde ikinci kat paralara yani sikkelere ayrılmış. Lidyalıların bastığı ilk örneklerden başlayıp paranın tarihsel sürecine tanıklık ettim. Üçüncü kattaysa MÖ 6’ncı yüzyıla ait Lidya kralına ait Karun Hazinesi’nin birbirinden çarpıcı parçaları sergileniyor. Meşepalamutlu altın gerdanlık, ayakları koçbaşına dayanmış, aslankuyruklarına tutunan insan figürlü gümüş sürahi, som altın takılar, incecik işlemeleriyle gümüş eşyalar gözlerimi kamaştırdı. Koleksiyonun en heyecan verici parçası ise kanatlı denizatı broşuydu. 

Bunları görünce arkeolojiye olan ilgim iyice arttı. Keşke arkeoloji okusaymışım diye düşündüm. Ne de olsa buraların çocuğu idim her yer arkeolojik kalıntılar ile doluydu. Hele bu kanatlı denizatı broşunun hikâyesini duyunca merakım bir kat daha arttı.

Gazetelerde ve dergilerde çıkan denizatı kolyesinin resimlerini görmüştüm. Hayranlık duymamak elde değil. Nasıl anlatayım; Öncelikle mitolojideki denizler tanrısı Poseidon’un iki tekerlekli arabasını çeken Hippokampoi’den (Hippos=at, kampos=deniz canavarı) adını alan, antik çağlardan günümüze gelen denizatının, Karun Hazinesi içerisinde olması çok ilginç geldi bana. 

Kolye som altından, denizatının hem kuyruğu hem de kanatları var. Ben kanatlı atı pegasus olarak biliyorum. Denizatı ise denizlerin küçük bir canlısı, hep dik olarak duruyor. İlginç bir burnu var. Atın ayakları şaha kalkmış gibi. Broşun altında üç ayrı yerden, her biri üç saçaklı altın zincir sarkıyor. Uçlarında bir topuz var gibi. Buraya da mücevher taşları kakılmış. Ancak bazıları düşmüş.  İşte böyle 2.500 yıldan bu yana maceralarına devam eden ve iki kez çalınıp bulunduğu topraklardan çok uzaklara gidip, gelen broşu görmek bir ayrıcalık. Evet, sonunda Uşağa gelip müzedeki hazineleri ve kanatlı atı görmüştüm. Hayranlığım bir kat daha arttı. Zamanda yolculuk eden bu hazinenin görkemi beni çok etkilemişti.  Bizim buralarda yaşamış Lidya Kralı Kroisos (Karun)’a ait olduğu kabul edilen 400 civarında parçadan oluşan Karun Hazinesindeki eşyalar ve mücevherler hep bu yörede yapılmış. Ünü dünyaya yayılan  Kārun, hazinesini de her gittiği yere beraberinde götürdüğü için ‘‘genc-i revân’’ (yürüyen hazine) olarak da adlandırılmış. Hakikaten de çokça yürütülüp oradan oraya gezmiş bu hazine. Neyse sonunda kürkçü dükkânına dönüp yerini bulmuş.

Buraya kadar gelmişken dünyanın ikinci büyük kanyonunu görmek için Uşağın ilçesi Ulubey’e de uğradım. Çocukluğumdan beri her tür yeryüzü şeklinden etkilenip heyecanlanırım hele bizim buraların. Fakat Ulubey’de soluğum kesildi.  İşte ülkemiz böylesine güzelliklerle dolu daha neler var neler, gezilip görülecek bu bölgede, benim yurdumda, dağında, toprağında. Sanki insanlık tarihinin her aşaması buralarda gerçekleşmiş, izler bırakmış, bize de onları bulup çıkarıp, koruma altına almak kalmış. Şayet kaçakçıların ve Uluslarası hırsızların elinden kurtarabilirsek.

Bu olay ve tanık olduğum pek çok definecilik hikayesi beni çok düşündürdü. Buralarda doğmanın, bu topraklarda yaşamanın bir başka amacı olmalı. Bizden öncekilere, geçmişimize, başka kuşaklara kalsın diye yapılan eserlere, yaşananlara yani tarihimize sahip çıkmak, bilmek, duyurmak, anlatmak sevdirmek. Yoksa kazıp çıkarıp servet edinmek değil. Bu kaçakçılık değil resmen hırsızlık. Hele koca koca sütunları taşları kayaları, tapınakları yerlerinden söküp kendi ülkesine taşımak ve bunları marifetmiş gibi gösterip sergilemek.

Geçmişte atalarımızın neler yiyip içtiklerini, nasıl beslendiklerini ve bunlara ait kalıntı ve belgeleri gün yüzüne çıkarmak, anlamak, anlatmak da heyecan verici değil mi? 

Kararımı verdim. Daha yolun başında iken yeniden sınavlara girip arkeolog olacağım. Yeni yeni eserleri, kalıntıları ortaya çıkarıp, onların korunmasını sağlayacak görevlerde bulunacağım. Bundan daha güzel bir uğraş ne olabilir ki?
 
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt