×

ADALET



ADALET

M.Emin Atılgan - Ahmet Hilmi Durudoğan

 





Bir kavram olarak adalet 


                       
Yaşayan en önemli Türk felsefecilerden Prof. Dr. İoanna Kuçuradi “Adalet Kavramı” başlıklı makalesinde “Nedir adalet?” diye sorar ve bu soruyu şöyle yanıtlar: “Bu konuda Platon‟dan öğrenebildiğimiz bir şey vardır: adaletin bir fikir olduğu, yani gerçek bir şey olmadığı. Burada “fikir”den kastedilenin ne olduğunu anlamak için düşüncenin özel bir türü olan fikrin gene insan aklının ürünü olan bilgi ve inançtan farkına bakmak gerekir. Fikir ve bilgi arasındaki fark nesnelerine dairdir. Bilginin kendi dışında, kendisinden bağımsız bir nesnesi vardır. Bilginin nesnesi ile bu nesnenin bilgisi farklı şeylerdir. Örneğin en geniş anlamı ile dünya ile ilgili bilgi söz konusu olduğunda, dünya hakkındaki bilgi ile dünyanın maddesel gerçekliği aynı şeyler değildir. Bilgi bir anlamda bilgiyi üreten aklın dışında varolan bir şeyle ilgilidir. Halbuki fikir kendi nesnesini yaratır. İnanç da kendi nesnesini yaratır ama inanç bu inancın sahibine bağlıdır; fikirler ise düşünceler tarihine getirilirler ve bir süre etkili olurlar. Bu süre fikre bağlı olarak uzun ya da kısa olabilir. Felsefenin en önemli işlevlerinden olan kavramlaştırmanın fikirleri bilme, araştırma ve değerlendirme yolunda ilk adım olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Peki o zaman adalet fikrini nasıl kavramlaştıracağız?

Kavramlaştırmanın esas itibari ile felsefi bir faaliyet olduğunun gözden kaçtığının çok yerinde bir örneği de adalet kavramının kendisidir. Bu kavramın çoğunlukla son derece yüzeysel ele alınışının yarattığı teorik kargaşa adaletin tesis edilmesine yönelik çabaların boşa çıkmasında etken olmuş ve bu da dünyamızın şu anda içinde bulunduğu sosyal adaletsizlik durumunun büyük ölçüde derinleşmesine yol açmıştır. 

Prof. Dr. Sevgi İyi‟nin “Erdem ve Değer Yönüyle Adalet” başlıklı makalesinde belirttiği gibi “Adalet, insanın hep var olan bir sorunudur.” Sevgi İyi şöyle yazar: “İnsan ilişkileri ve eylemleri üzerine kısa bir düşünme edimi bile “adalet”in, insanın en esaslı ve en zorlu sorunu olduğunu göstermeye yetebilir. Adalet, insan için öyle bir sorundur ki yaşama dünyasının her alanıyla, her kesitiyle ve insanın her türlü ilişki biçimiyle temelden ilişkilidir... Adalet dendiğinde bir bakıma doğal olarak ilkin hukuk ve yönetim işleri, dolayısıyla da siyaset etkinliği ya da siyasal eylem gelmektedir akla. Bunun içindir ki adalet ilk önce hukukun ve siyaset biliminin araştırma konusu olarak çıkar karşımıza. ” Adalet kavramı günlük yaşantımızda ve genelde, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi, haklı ile haksızın ayırt edilmesi, herkesin ve her şeyin yerli yerinde olması, gerektiği yerde bulunması, hak ettiğini alması veya herkese hak ettiğinin verilmesi, hiçbir bahaneyle hiç kimsenin ve hiçbir toplumun hor görülmemeleri, aşağılanmamaları, ayırıma tâbi tutulmamaları, ezilmemeleri, sömürülmemeleri, zulüm altında yaşatılmamaları, hayatlarını lâyık oldukları şekilde sürdürmelerinden ve sahip bulunmaları gereken haklarından yoksun bırakılmamaları olarak algılanmaktadır. 

Arapça bir sözcük olan adalet “her şeyin yerli yerinde olması” demektir. “Her şeyin yerli yerinde olması” için gerekli şartlar olarak sayabileceğimiz doğrudan ayrılmama, hakkı gözetme ve hakkı yerine getirme ilkeleri adalet kavramını tamamlayıcı nitelikler olarak kabul edilirler. Dolayısıyla bu ilkeler siyasi ve hukuki anlamında ön plana çıkarak adalet kavramının esas itibari ile hak kavramı cinsinden anlaşılmasında büyük rol oynarlar. 

Adalet kavramı özellikle Hukuk Felsefesi alanında son derece önemli bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramın, devingen yapısı dolayısıyla yer ve zamana, hatta toplumdan topluma göre değişen anlamı, herkesin kabul edeceği bir içeriğin oluşturulmasını zorlaştırmaktadır. Adalet “Bir toplumda değerlerin, ilkelerin ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş, somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması durumudur. Adalet en yüce, nesnel ve mutlak bir değerin anlatımı olarak insanın davranışını ahlaki açıdan inceleyen ve eleştiren bir düşünce...” biçiminde karşımıza çıkar. 



Eski Yunan felsefesi ve adalet 


                Adalet herkese kendisinin olması gerekeni vermektir                                                                                         
                                               Platon
 


Eski Yunan dünyasında „adalet‟ kavramı konusunda ilk düşünenlerin Sofistler, Sokrates, Platon ve Aristotales olduğunu biliyoruz. Şunu belirtelim ki Yunan düşüncesinde ve özellikle Sokrates’te, adalet fikri ile “ahlâk ve hukuk kuralları arasında bir ayrım yapılmamış ve adalet, iyilik sevgisi olarak da anlaşılmış...”tır. Genel anlamda hem etik hem de hukuksal değer yargılarıyla içerik kazanan ve anlamlandırılan adaleti Yunanlı düşünürler “...bireysel bir erdem olarak ele aldılar. Yunan düşüncesinin tinsel ve fizik ötesi boyutları adalet konusunda bireyci yaklaşımla bütünleşmiştir.” Ahlak felsefesi disiplininin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates‟in uzun bir düşünme faaliyeti sonucunda ahlakın ne olduğu, neyin ahlakı meydana getirdiği ve dolayısıyla adaletin ne olduğu ve neyin adaleti meydana getirdiği konusunda ilk büyük adımı attığını söyleyebiliriz. Çünkü Sokrates‟in asıl amacı toplumsal yaşam içerisinde, hukuk ve politikada ahlak ve adaleti kurmaktı. Sokrates, adaleti iyi olanı kötü olandan ayırma bilgisi olarak tanımlar. O’na göre bu bilgi hukuk duygusu  şeklinde, insanların vicdanlarında vardır. İşte insanların vicdanlarında tanrısal bir ses gibi var olan adalet, insanlara neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildirir. 

Sokrates‟in öğrencisi Platon‟a göre de adaleti kavramlaştırmak için bakılacak yer adaletsizliktir. Platon‟a göre, bir devlet içerisinde ortaklık içinde yaşayan insanların birbirlerine yardımları ve dayanışmasıyla adalet sağlanabilir. Adaletin belirlenmesi konusunda adaletsizlik kavramına başvuran Platon‟a göre, adalet ancak böyle örgütlü bir toplumun yani devletin varlığı ile anlam kazanır. Herkese hakkı olanı vermek belli bir yük karşılığında bir yarar sağlamak anlamına gelir ki; bu anlamda adalet, herkesin kendi işine, sınıfına ve durumuna bağlılıktır.

 Sokrates ve Platon gibi Aristotales de adaleti bireysel bir erdem olarak görür ve adaletin ne olduğunu araştırma konusu yaparken adaletsizlik kavramına başvurur. O’na göre, adaletsizliğin tam kesin bir anlamı olmadığı için adaletsizlik kavramını, adaletsiz insanın özelliklerini göz önüne alarak belirlemek mümkündür. Aristoteles‟e göre, yasaya uymayan, çıkarcı ve eşitsizliği gözetmeyen insan adaletsizdir. 

Aristoteles, adaleti genel olarak ortaya koymasına rağmen, bunu yeterli görmez ve adaleti özel olarak da dağıtıcı ve denkleştirici adalet olarak ikiye ayırır. O’na göre şeref veya malların dağıtılmasında bir toplum içindeki bireylerin durumlarına ve yeteneğine göre, eşit pay verilmesini gerekli kılan dağıtıcı adalet, bir orantıdır. Adaletsizlik ise bir orantısızlıktır. Eşitlik bir orta olduğuna göre hak da bir ortadır. Adalet ya da hak kişilerde eşitse şeylerde de eşitlik olacaktır. Eğer kişiler eşit değilse, eşit şeylere de sahip olamayacaklardır. 

Dağıtıcı adaletten farklı olan, düzeltici adalet ise Aristoteles’e göre alışverişlerdeki eşitliği gündeme getirir. Bu anlamda haksızlık bir adaletsizliktir. Aristoteles, haksızlığın olduğu bir ortamda yargıcın sağladığı adaleti düzeltici adalet olarak görür. O’na göre yargıç  eşitsizlik olan bu adaletsizliği denkleştirmeye çalışır; çünkü bir dövülüp-öteki dövünce ya da biri öldürüp-öteki öldürülünce yapılan ile maruz kalınan eşit olmayan bir bölümleme olacaktır. Buna karşılık yargıç, ceza ile kazancı azaltarak bunları düzeltmeye çalışır. Bu anlamda düzeltici adalet kâr ile zararın ortasıdır. Yargıç durumları eşitleştirerek adaleti gerçekleştirir. 


Hukuk ve adalet 


                      “Hep eşit oluşunuz benim adaletimin esasıdır.” 
                                             Montaigne 


Hukuk ve adalet bağıntısı açısından bakıldığında, hukukun, hakları toplumda her yönüyle egemen kılmakla, haksızlığın önlenmesi ile görevli olduğu görülmektedir. O halde adaletsizlik duygusunun artması, adalet kavramını bu duyguyu engellemek için önlemler almaya yöneltir. Böylece Aristotales‟in anlayışıyla da uyumlu olarak adalet, adaletsizlik duygusunu doğuran nedenleri ortadan kaldırmak, aksaklıkları düzeltmek ve adaletsizlik duygusunun doğmasını engellemek şeklinde tanımlanabilir. Bir toplumsal değer olarak karşımıza çıkan ve farklı toplumsal koşullara göre anlam kazanan adalet, ezme ve ezilmenin bulunmadığı bir toplumda geçerli olamaz. Bir „hak arayışı‟ olarak karşımıza çıkan adaletin,  karmaşık toplumsal ilişkilerin yaşandığı, baskının, haksızlığın ve sömürünün olduğu, insanların birbirlerinin hak ve özgürlüklerine saygı göstermedikleri bir ortamda istenilen bir değer olduğu görülür. Bilindiği gibi hak kavramı, insanların isteklerini karşılayacak olan devletin doğuşuyla yani, örgütlü bir topluma girişleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Öyle ki, devlet insanların doğuştan gelen hak ve özgürlüklerinin varlığını kabul ederek, bu hakları korumayı üstlendiğini açıklamıştır. İnsanlar da hak ve özgürlüklerinin güvencesi karşılığında bazı sınırlamalara rıza göstermişlerdir. Devlet ve toplumun pozitif hukuk vasıtası ile güvenceye almış olduğu bir durum olarak karşımıza çıkan „hak‟ kavramı ile aslında köken olarak „haklar‟ demek olan hukuk kavramı arasında çok yönlü bir ilişki söz konusudur. Hak, hukuku yaratan temel taşlardan en önemlilerinden biri olmasının yanında, hukukun varlık nedeni de hakların korunmasıdır. Bu anlamda birbirinden ayrılmaz iki kavram olan hak ve hukuku bir bütün olarak görmek yanlış olmayacaktır. 

Düşünce tarihi boyunca insanın toplumsal yaşam içindeki yeri belirlenirken doğuştan gelen bir takım hak ve özgürlüklerinin olduğu ve toplumsal yaşama girdiği anda bunların korunması gerektiğine ilişkin açıklamalar üzerinde yoğun bir şekilde durulduğunu görmekteyiz. İnsanın doğuştan getirdiği başka bir deyişle, varlığının sonucu olan bu haklar, meşru ve örgütlü bir toplumun üyesi olması nedeniyle sahip olduğu haklardır ki, bu haklardan faydalanmak konusunda tek başına insanın gücü yetmez. Temel haklar denilen bu doğal haklar, toplumsal düzenin kurulması aşamasında bireyin kendinde saklı tuttuğu haklardır. İşte insan haklarının düşünsel anlamda temelini oluşturanlar da esasında bu haklardır. 

Diğer yandan bireylerin yerine getirme gücüne tam olarak sahip olmadıkları ikinci dereceden denilebilecek hakları da vardır ki, örgütlü bir topluma giren bireyler bu haklardan toplum düzeni için vazgeçebilirler. Hukuk düzeninin bulunduğu yerde, insan hakları başka bir deyişle, temel hak ve özgürlükler ile pozitif hukukun verdiği diğer hak ve özgürlükler  güvence altına alınmalıdır. Bu noktada “doğal hukuk” ve “pozitif hukuk” kavramlarını açıklamak ve adalet kavramı ile olan ilişkilerini belirtmek yerinde olacaktır. Doğal hukuk teorisi, adalet kavramını hukukun temeli olarak görür. 

Doğal hukuk anlayışına göre, bir kuralın hukuk kuralı olabilmesi için adil olması gerekir. Ne var ki, doğal hukukun adalet tanımı çağdan çağa değişmiştir. İlk Çağ‟da tabiata, Orta Çağ‟da tanrısal emirlere, Yeni Çağ‟da ise akla uygun olan şey adildir. Pozitivist teoriye göre ise, adalet kavramı, fizik ötesi bir değer olarak, tanımlanamaz ve bilinemez nitelikte bir kavramdır. Bu niteliğiyle adalet kavramının incelenmesi hukuk biliminin dışında kalır. Hukuk okulları arasında “adalet” kavramına en çok önem veren okul, şüphesiz doğal hukuk okuludur. Doğal hukuk anlayışında, bizatihi hukuk, adalet ile tanımlanır. Hukukun geçerliliğini kuran şey adalettir. Bu açıdan doğal hukuk teorisini kısaca “bir kanun, kanun olmak için adil olmak zorundadır” diyen bir anlayış olarak tanımlayabiliriz. Bu iki hukuk anlayışı birbirini sürekli eleştirmiştir. Doğal hukuk teorisi, pozitif hukukun geçerliliğinin temelini sorgular. Pozitif hukukun neden geçerli olduğu sorusunu sorar ve bu soruya kategorik yani şartsız bir cevap verir. Pozitif hukukun geçerliliğinin temeli adalettir. Pozitif hukukun içeriği doğal hukuka, yani adalete uygun ise geçerli; değilse geçersizdir. O halde doğal hukukçulara göre, doğal hukuk âdil olması itibariyle tek gerçek hukuktur. Pozitif hukuk ancak doğal hukuka uygun olduğu ölçüde hukuktur. Dahası, doğal hukuk teorisine göre; pozitif hukuka adil olduğu ölçüde itaat edilir. Adil olmayan pozitif hukuka kimse itaat etmek zorunda değildir. O halde doğal hukukçulara göre, doğal hukuk âdil olması itibariyle tek gerçek hukuktur. Pozitif hukuk ancak adil olduğu ölçüde hukuktur. Pozitivist teorinin doğal hukuk teorisine yönelttiği en yıkıcı eleştiri ise, “âdil olan” ile “âdil olmayanı” ayıran objektif ve evrensel bir kriterin bulunmadığı noktasında toplanmaktadır. Özetle adalet kavramı, bir değer olarak bilinemez bir şeydir. Adalet değeri, ya reel âlemde mevcut değildir (yokluk tezi);  ya da mevcuttur, ama objektif olarak bilinebilir bir şey değildir (görecelik tezi). Pozitivist hukuk genellikle bu yokluk tezini savunur. Bu akıma göre, gerçek dünyada adalet değeri mevcut değildir. Dolayısıyla adalet değeri alanında bilinecek bir şey yoktur. Hatta pozitivizm, insanın kendi değerlerinin yaratısının yine kendisinin olduğunu düşünür.

Diğer bir adalet kuramı, ahlaki doğruluğun ve yanlışlığın ölçütünü en fazla sayıda insanın mutlu olarak yaşaması ilkesine dayandıran, faydacılıktır. Mutluluk ve hazlara dayalı bu adalet anlayışının en zayıf noktası birey haklarına olan duyarsızlığıdır. Bireysel hakları kollektif mutluluk içinde eritip anlamsızlaştırırken, ekonomik eşitsizliğe duyarsız kalır.  Diğer bir deyişle, bu adalet anlayışında azınlık hakları çoğunluk baskısı altında  kolaylıkla çiğnenebilir.

Bireylerin yararının asıl olarak benimsenmesi liberalizme temel sağlamıştır. 

ABD kaynaklı Liberal adalet kuramı, devletin bireyler ile ilişkisinde neleri yapmaması gerektiğini, yani devlet müdahalesini sınırlayan “negatif özgürlüğü” esas alır. Devletin;

-Vatandaşlarını korumaya yönelik müşfik görünümlü yasaları (emniyet kemeri, kask giyme vs)

-Ahlak konusunda kısıtlayıcı yasal düzenlemeler

-Gelir dağılımına yönelik vergi politikaları na karşıdır.


Bu kuramın, varlıklı sınıfların çıkarlarını özgürlük kalkanı altında savunduğu, ekonomik eşitliği arka plana ittiği  izlenimi yaygındır.

Toplumu sınıfsal yapı içerisinde ele alan ve irdeleyen Marksizm, felsefesini ve ideolojisini sınıfsallığa oturtturduğundan, adaletin Marksist açıdan anlamı sınıfsal bir yapıya sahip bulunduğudur. Soyut düzeyde adalet diye bir şey düşünülemez. Ne var ki sınıfların adaleti vardır. Bir toplumda egemen olan sınıf hangisi ise o sınıfın adalet anlayışı geçerlidir. Egemen sınıfın dışında kalan diğer sınıflar veya toplum kesimlerinin istediği ve savunduğu adalet anlayışının gerçekleşmesi söz konusu değildir. Toplumu yöneten sınıfın adalet anlayışı, toplumun yönetilmesini sağlayan yasaların belirleyicisidir. 


Etik alanda çok önemli açılımlara imza atmış olan, ahlak ve siyaset felsefecisi, John Rawls 1971 de yayınladığı Bir Adalet Teorisi kitabında, liberal adalet anlayışının temel ilkelerini sözleşmecilik çerçevesinde savunan bir kural geliştirmiştir. Rawls, adalet kuramı yaklaşımını “ haklılığa dayalı adalet” olarak tanımlamış ve konuyu da “dağıtım adaleti” olarak belirlemiştir. Burada söz konusu dağıtımdan kasıt, önce özgürlüklerin sonra da ekonomik zenginliklerin dağıtımıdır.

Rawls‟a göre, adaletli bir toplumun temel yapısı “doğruluk / haktanırlık olarak “adalet”in iki ana ilkesini onaylamaktan oluşmaktadır. Bu ilkelerden ilkine göre her insan alabildiğine geniş temel özgürlükler dizgesi önünde eşit haklara sahiptir. İkincisine göreyse, toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler iki koşulu sağlamak zorundadır.

-Eşitsizliğe neden olabilecek tüm iş konumları ve makamlar hakça fırsat eşitliği altında herkese açık olmalıdır.

-Varolan eşitsizlikler en az avantajlı kesimleri için yarar sağlamalıdır.(Fark İlkesi).  Rawls‟un terimcesine göre, bu ilkelerden birincisinin, yani bireysel özgürlüğün, “fark ya da ayırım ilkesi” diye bilinen ikincisi karşısında önceliği vardır. 

Rawls, olanın olması gerekeni dikte etmesine karşı çıkıyor ve ardından doğanın yetenek dağıtımının hakça olup olmadığı sorusunun anlamlı olmadığını ve hakça olup olmama yargısının  ancak yaşamı düzenleyen insan yapısı kurumların koyduğu kurallar için söz konusu olduğunu hatırlatıyor. Rawls, adaletin yolunun insanların birbirlerinin kaderlerini paylaşmayı kabullenmesinden ve bunu gerçekleştirmek için, toplumsal veya doğal tesadüflerin oluşturduğu farklılık yaratan durumlarda, ortak toplumsal çıkarlara (fark ilkesi) uygun bir şekilde hareket ederek davranmalarından geçtiğini ifade ediyor. Dağıtım adaleti ahlaki hak edilmeyle ilişkili değildir.

Görüldüğü gibi başlangıçtan beri adaletin ne olup olmadığı konusu felsefede üzerinde en çok durulan konuların başında gelir. Buna rağmen bu kavramla ifade edilmek istenen değerin ne olduğu konusunda kesin bir tanımlama ortaya koymak oldukça zordur. Adalet kavramı her zaman, her toplumda gerçekleşmesi istenen bir ideal olmasına rağmen, sosyal ilişkilerin çeşitliliği, çokluğu, bireysel tercihlerin çok çabuk farklılaşması, adalet kavramına mutlak bir anlam yükleyememe problemini ortaya çıkarmaktadır




“Özgürlüğe mahkum olan insan bütün evrenin yükünü omuzlarında taşır; o evrenden ve kendinden sorumludur.”       
Sartre 


Adalet değişik alanlarda ortaya çıktığı gibi değişik görünümlerle de belirebilmektedir. Hakların gerçekleşmesi ve haklılığın yerini bulması anlamında adalet; belirli durumların koşullarına ve özelliklerine göre eşitliğin sağlanmasına, özgürlüklerin tanınmasına, nasafetin(hakseverlik) gerçekleştirilmesine, insanların her anlamda yararlarının gözetilmesine, direnme hakkının varlığının benimsenmesine, cezalandırma işleminin yerine getirilmesine gibi değişik görünümlerle olabilir. 

Adaletin en yaygın görünümü eşitlik biçimindedir. Adalet bir bakıma “yarar ve zararda eşitlik” olarak tanımlanabilir. Çok yönlü eşitlik, adaletin varoluş ortamını hazırlayabilir. Eşitliği ise adaletin mantıksal temeli olarak nitelemek olasıdır. Eşitlikle beraber adalet de kendiliğinden gelecektir. 

Çağdaş eşitlik insanların ortak niteliklerinden, insan varlığı ile eşitliğinden, tüm insanların eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma haklarının üretilmesinden doğar. İlk bağıntılı eşitlik düşüncesinden devlet ve toplum içinde hak eşitliği sonucunun doğal, açık bir olgu olarak görülebilmesi için binlerce yıl geçmiştir. 

Adalet ve eşitlik kavramları arasındaki ilişkiler çok yönlüdür. Zaman zaman adalet eşitsizlik sayılabildiği gibi, eşitlik olarak da görülmüştür. Toplumların zamana ve koşullara göre değişkenlik gösteren değer yargıları bu duruma başlıca neden olmuştur. 

Adalet kavramının ikinci önemli görünümü özgürlük biçiminde olup, bu iki iki kavram arasındaki ilişkiler de çok yönlüdür. En başta iki kavramın birbirinin varlık nedeni olduğu söylenebilir. Adalet olmadan özgürlük tümüyle olamaz. Toplumsal mutluluğun elde edilebilmesi için bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde özgür olmaları zorunludur. Özgürlük hem ulaşmak istenilen amaç, hem de o amaç için kullanılacak araçtır. İnsanların istediği yaşamda yer alabilecek tüm iyi şeyleri kapsadığı için amaç sayılabilir. Özgürlük yaşamın her evresinde istekleri gerçekleştirme ve gereksinimleri karşılama yeteneği demek olduğundan aynı zamanda araçtır. 

Özgürlük kavramını yaratan en önemli nedenlerden birisi de baskı olmuştur. İnsanoğlu zamanla baskı yöntemlerine yönelmiş, özgürlükte buna tepki olarak doğmuştur. Özgürlük istemi zamanla ayrıcalıklı kesimlerin ortaya çıkması ve bu kesimlerin toplumun çoğunluğuna egemen olmasıyla beraber gelişmiştir. Gücün varlığı adaletin göstergesi değildir. Adalet ortadan çekildiği zaman geriye yalnızca kaba güç kalır. Toplumda adaletin gerçekleşmesi için özgürlükler denetlenirken veya sınırlanırken özgürlüklerin özünü korumağa dikkat edilmelidir. Adalet tanrıçasının elindeki kılıç, insancıllık ve bilimsellik olarak nitelendirilebilir.

Adalet insanlar için ne denli önemli ise özgürlük kavramı da o denli önemlidir. Adaletin bir olanak olmaktan çıkıp bir gerçek duruma dönüşmesi için özgürlüğe gereksinmesi vardır. Adalet ve özgürlük beraberce hukukun asıl temelini oluştururlar. Bu gerçeklik aynı zamanda insanlık denilen daha üstün bir gerçekliğin içeriğini oluşturup geliştiren neden ve değerlerden biridir. İnsanın değerleri gerçekleştirmesi topluma bağlıdır. Toplumsal ortamın  bozukluğu değerlerin gerçekleşmesini ve güncelleşmesini engeller. Özgürlükler yolu ile insan gerçekliğe, değerlere ve doğruya ulaşır. 

Karşıt çıkarlar yüzünden çatışan kişilerin barış ve düzen içerisinde gelişip ilerleyebilecek bir toplum yaşamına kavuşabilmeleri için herkesin kendi haklarını titizlikle koruyarak savunması kadar başkalarına da saygı gösteren bir düzen anlayışına içtenlikle bağlı bulunması gerekir. Adaletin devlet zoru olmadan insanların özgür ve eşit ilişkilerinde gerçekleşmesi ileri bir toplumun özelliği sayılmalıdır. 

Düzenin tutuculuğu karşısında adaletin daha devrimci bir görünümü vardır. Her düzen belirli ölçülerde gerçekleştirdiği adalete sarılarak tutunur, gerçekleştiremediği adalet tarafından hırpalanır. En az düzen ile en çok adaleti getirebilen rejimlerin yaşama şansı diğerlerine oranla çok fazladır. Düzenin katılığı ile adaletin yumuşaklığı arasında denge olmalıdır. Adaletin gerçekleşme oranı toplumların kültürel düzeylerine bağlıdır. Kültürel gelişmesini tamamlamış, uygar toplumlarda hukuk, adaleti en üst düzeyde gerçekleştirebilir. Geri kalmış toplumlarda ise kültür zayıflığı toplumu adalet karşısında duyarsız bıraktığından adalet bilinci azdır. Bilinçsizlik, hukuku kültürel işlevi olan adaletten uzaklaştırır. Bu noktada, toplumda kamu yaşamında alacakları sorumluluklar ölçüsünde bireylerin etik eğitimi üzerinde durmak gereklidir. 

Çok büyük bir toplumsal dönüşümün arifesinde yaşıyoruz. ”Teknoloji güdümlü çağ” a doğru hızlı gidiş ve beraberinde gelecek işlevsizlik sonucu işsizlik. Üretimde değer, üretim aşamasından tasarım aşamasına kayıyor. Var olan toplumsal sözleşmeler eskiyor ve geçerliliğini kaybediyor.

Bilgi ve otomasyon toplumunun belkemiğini oluşturacak yaratıcılığın ön koşulu özgürlük ise bu kavramın adalet kavramları içinde kalmasını ve toplumsal barışın oluşmasını sağlamanın koşulu da eşitliktir. Bilgi toplumunda eşitlik/kardeşlik ilkesi ile üretimin niteliğini belirleyen özgürlüğün bir türevi olarak görülen yaratıcılık ilkesi arasında temel bir çelişki vardır. Bu toplumda , özgürlük salt bir evrensel insan hakkı olmaktan öte bir anlam kazanıyor.

Eşitlik-Özgürlük ikileminde, John Rawls’un fark ilkesi; “Toplumdaki bir gelir eşitsizliğinin meşru görülerek kabullenilebilmesi için bu eşitsizliğin toplumun en düşük gelir düzeyine sahip kesiminin yararına olduğuna dair somut nedenler göstermek ” bir çözüm başlangıç ilkesi olabilir mi ?  Afrikalı çocukların yaptığı ubuntu da özgürlük ve eşitliği kaynaştırdıkları gibi.

Demokrasinin ortaya çıkması, insan haklarının kavramsallaştırılması ve uygulanmasında öncü rol oynamıştır. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerinin adaletten bağımsız düşünülmeleri imkansızdır. Alman filozof Immanuel Kant‟ın özgürlük tanımlamasına dikkat çekicidir.. “Aydınlanma Nedir?” başlıklı makalesine şöyle başlar: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir  başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.



Sapare Aude !  Kendi  aklını kullanmak cesaretini göster! sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.” Adalet ancak aklın bu özgürleşmesi ve aydınlanması sayesinde tesis edilebilir. 

Her ne ortamda ve her ne koşul altında olursa olsun, bireyler ve toplumlar arasında ayırım, ayrıcalık gütmeksizin adaleti gözeterek savunmak bir insanın en değerli erdemlerindendir. Gerçekten adil ve haksever olabilmek için,  adaletin gereğini öz varlığımızda duyabilmeli, iyiliklerin ve güzelliklerin adalette toplandığına inanıp ve güvenmeliyiz. Bu bizi, kendimizi tanıyıp yargılamamız sürecinde önemli bir aşamadır.



M.Emin Atılgan - Ahmet Hilmi Durudoğan



KAYNAKÇA

1-Prof. Dr. İoanna Kuçuradi                                                           Adalet Kavramı
2- Prof. Dr. Sevgi İyi                                            Erdem ve Değer Yönüyle Adalet 
3-Prof. Dr. Anıl Çeçen                                                                    Adalet Kavramı     
4-Prof.Dr. Adnan Güriz                                                                  Adalet Kavramı
5- John Rawls.                                                                             Bir Adalet Teorisi 
6- Prof. Kemal İnan                Bilgi Toplumuna Geçerken Teknolojik İşlevsizlik
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt