×

Mübadiller Bölüm-1



Mübadiller-1
( Ah  Bre SELANİK)  


Dr. Vural Yiğit 

 
Ege Denizi’nin güzeller güzeli, dilber kenti Selanik, M.Ö. 315 yılında bugün Thermi denen bölgede kuruldu. Selanik adını, Makedonyalı Büyük İskender'in kız kardeşi Thessaloniki'den almıştı. Bunun anlamı Tesalya zaferidir. İskender'in babası Philip, Tesalya’da kazandığı zaferden sonra doğan kızına bu ismi vermişti. Kentin kuruluş öyküsüne gelince; Thessaloniki Büyük İskender’in komutanlarında biri olan Cassender ile evlenmişti. İskender ölünce bu komutan diğerleri ile taht mücadelesi sürdürürken, Selanik’i kurmuş ve yeni kentin, karısının adı ile anılmasını istemişti. 

Thessaloniki bu kentte oturdu mu veya kendi adıyla mı söylerdi bilinmez ama Türkler bu şehri Türkçeye uyarlayarak, hep Selanik olarak anmışlardır ve bundan böyle hep öyle anılacaktır. Selanik, kuruluşundan 1750 yıl sonra, 1430 tarihinde, Padişah II. Murat'ın yönettiği bir Osmanlı Ordusu tarafından ele geçirildi. 15. Yüzyıl boyunca kente Anadolu'dan ve özellikle Manisa civarından getirilen çok sayıda Türk boyları yerleştirildi. 

Evliya Çelebi’nin anlatımına göre Selanik, Körfezindeki bir limanın yanında kurulmuştur. Üçgen şeklinde yapılmış Kalesi, sağlam taş surlarla çevrili kayalık yüksek bir tepede yer almaktadır. Şehrin kuzeyinde Hortaç Dağı (Hortiatis), batı yakasında Yenice-i Vardar ve güneyinde Ege Denizi bulunmaktadır.
Halil Bey (Hortaç) Ve Arkadaşları, Selanik Hortaç Dağında

Gelecekte Hortaç Dağı’nın, ailemize soyadı olacağını ve Ege’nin Anadolu yakasında, kuşaklar boyu yaşatılacağını kim bilebilirdi ki?

Dağların eteğinden, sahile yaklaştıkça uygar ve çağdaş görünümlü Selanik, zamanının en gelişmiş şehircilik yapıtları ve baş eserleriyle doluydu. Deniz kıyısı, kordon boyunca, kentli yaşamının her türlü kültür ve eğlentisini bulmak mümkündü. Özellikle, 1870 Balkan ulaşım projesi demiryolu inşaatı ile Avrupa ile Anadolu’nun birbirine bağlaması amaçlanmıştı. Selanik’te 1871–1888 arasında demiryolu ile Üsküp ve Belgrat‘a, 1891–1894 yılları arasında Dedeağaç–Edirne yoluyla İstanbul’a bağlanmış durumdaydı. Artık İstanbul’da Sirkeci Garından trene binip, rahat bir yolculuktan sonra Selanik’e varılabiliyordu. 1866’da kentin deniz tarafındaki duvarları yıkıldı. 1869 da Sabri Paşa Caddesi, 1875’te Aya Dimitriu Caddesi genişletilmişti. 1899’ da gaz dağıtımı başlamış ve şehrin caddeleri ve meydanları ışıl ışıl bir hal almıştı. 1893’te atlı tramvay toplu taşıma aracı olarak kullanıma girdi. 1896’da yeni su dağıtım sistemi ve 1897–1911 yılları arasında yeni liman projesi de uygulanmaya kondu. 

1907 yılında elektrikli tramvay seferleri, bir bayram ve şenlik havası içinde başlamıştı. 1890 dan sonra şehrin limana yakın bölgelerinde, Osmanlı tipi eski hanlar ve çarşılar yanında, gösterişli neo klasik iş merkezleri ile iç içe bir durumda bulunuyordu. 

Denizcilik kuruluşları ve temsilcileri, sigorta şirketleri, tanınmış tüccar ve komisyoncular, geleneksel Osmanlı çarşıları ve hanları, hamamları, şadırvanlı camileri yanında, birçok Avrupa şehri ve başkentinden daha görkemli ve çağdaş bir görünüm kazanmıştı Selanik.

Avrupa ile sıkı ilişkiler sonucu, özellikle Müslüman ve Müslüman olmayan halkı, büyük bir hızla batı tarzı giyim, mobilya kullanımı ve yaşam biçimi yanında, geleneksel Osmanlı ve Türk kıyafetleri hiç yadsınmadan birlikteliğini sürdürüyordu. Selanik, doğu ve batının, kültürel ve görsel bir bireşimi gibiydi. Goldenberg, Mayer, Tiring, Stein gibi her türlü ithal malı ile dolu büyük mağazalar yanında, üstü örtülü ancak önleri açık, gizemli doğu çarşılarının renkli ve çeşitli egzotik havası ile hep birlikte bulunmaktaydı. Şehirde eskiden beri yer olan Osmanlı Bankasının yanı sıra, Selanik Bankası da kurulmuştu.

1880 yılına gelindiğinde, Koca Kasım Paşa Mahallesinde birbirine yakın sokaklarda yaşayan, iki Ali Rıza Bey vardı. Bunlardan birincisi, babası Selanik ilkokulu öğretmenlerinden Kırmızı Hafız sanıyla anılan, Ahmet Efendinin oğlu Ali Rıza Bey idi. Hacı Sofu ailesinden Feyzullah Ağanın kızı Zübeyde Hanım ile evliydi. Ali Rıza Bey, Selanik Evkaf kâtipliğinde ve gümrük memurluğunda bulunmuş, 1876'da Selanik Asâkir–i Millîye taburunda birinci mülazım olarak görev almış, daha sonra da kerestecilik ile uğraşarak serbest ticaret yapmağa başlamıştı.

Diğer Ali Rıza Bey ise; ayni yaşlarda, iki üç sokak yukarıda, beyaz badanalı ve cumbalı büyük bir evde, neredeyse tüm sülalesi ile birlikte oturan “Süslü Ali Rıza” Beydi. Her iki ailenin ilk büyük yangında evleri yanmış, daha sonra bu mahalleye gelip yerleşmişlerdi. Süslü Ali Rıza Bey, uzun boylu ve kaytan bıyıklı, sarışın ve yeşil gözlüydü. Giyim kuşamına çok dikkat eder, her zaman şık şıkırdam gezerdi. Belinden kırmızı sarım kuşağı hiç eksik olmaz, yaz kış değişik cepkenli yelekler giyerdi. Vişneçürüğü fesleri hep kalıplıydı ve afili bir şekilde yana eğik takılırdı. Ali Rıza Beyin hali vakti yerindeydi, Vardar Caddesindeki, Altınkapı’da şık bir muhallebici dükkânı vardı. Dükkânda yapılan ve sunulan muhallebi çeşitleri tüm Selanik’te ünlüydü. Genç, yaşlı, Rum, Yahudi, Müslüman, Makedon hemen herkes, büyük küçük, çoluk çocuk muhallebi yemeğe gelirdi buraya. Süslü Ali Rıza Bey, biraz hovarda idi ama ailesine düşkündü, akşamları fazlaca bir yere takılmadan yeni evlendiği eşi Seher hanımın cumbada beklediği evine dönerdi. Onun asıl ünü ve tanınmışlığı, cepken veya yeleğinin üst cebinde takılı duran, yaz kış hiç eksik olmayan, gül ve karanfil gibi çiçeklerinden geliyordu. Sapları ceketin içine doğru takılı duran çiçekler gün boyu taze dururdu. Mahallede günün bu modasına uyan ve ondan özenen birçok mahalle delikanlısı da cebe takılı, çiçek takıp dolaşırdı. Ancak hemen hepsinin çiçeği, daha öğlene varmadan sararıp solar, hatta dökülürdü. Ali Rıza Bey’in çiçekleri ne hikmetse gün boyu hiç solmadan taptaze, tıpkı dalından koptuğu gibi kalırdı. Bunun gizil nedenini henüz kimse çözmüş değildi. Önce takılan çiçeklerin çeşidine ve kalitesine yordular. Evinin arka bahçesinde yetiştirdiği karanfillerden çeşitli vesilelerle, gerekçe ve mucip gösterip dal alıp daldırdılar. Güllerden aşı rica ettiler, ancak hiçbirinin çiçeği gün boyu taze durmuyor, öğle sıcağını görünce solgun ve uçuk kalıyordu. Böylece özenti çiçek takıp, akşama varmadan solduranlar, etrafa madara oluyor, esnafın ve mahallenin madunu oluyorlardı.

Araya giren gizmenler, hafiler ve meraklı turşucular, her yolu denediler, her türlü ihbar ve işareti değerlendirdiler, aracı koydular ancak gün boyu solmayan, çiçeklerin gizilini çözemediler. Bunun ev halkının dahi bilemediği, bir buluşu veya ihtira–beratı olmalıydı. Aslında olay çok yalındı, süslü Ali Rıza Bey, ününü sağlayan çiçeklerini taze tutmak için, uzun kestiği çiçeklerin saplarını cebinin altında gizlediği, küçük bir esans şişesinin içine koyduğu ıslak bir pamuk ile sağlıyordu. Çiçeğin sapı her daim su içinde bulunduğundan solmuyor, ceketini de hiçbir zaman ve hiçbir yerde çıkarmadığı için, kimse işin gizemine eremiyordu. 

Süslü Ali Rıza Bey’i bugüne dek elinde bir şey taşıyarak gezdiğini gören olmamıştı. Bütün ev ihtiyacını esnafa, manava bildirir ve eve yollamalarını rica ederdi. Meyveler, sebzeler, kavunlar ve karpuzlar küfelere doldurulup evi bilen taşıyıcılar ile yollanırdı. Bazen dükkânda gelen sütçülere tembihlediği, özel, bol kaymaklı sütleri, tereyağları, peynir çeşitlerini yine ayni şekilde bir çırağın eline verip eve yollardı.

Yıllar böylece geçerken Selanik’te yaşam, Avrupa’nın ve Balkanların çalkantılı ve sancılı gelişmelerine ve bozulmaya yüz tutmuş düzenine karşın sürüp gidiyordu. Herkes işinde gücünde, ticaretinde, tarlasında bahçesinde işi gücüyle uğraşıyor, tüm Balkanlar’ın karmakarışık ahalisi din, ırk enva ve encam gözetmeden hoşgörü içinde geçinip gidiyordu.

Bahar ve yaz akşamları bahçede sofralar kurulur, konu komşu bir araya gelinir, yenilir içilir, şarkılar ve türküler söylenirdi:

Bahçeye bar diyemem,
Ayvaya nar diyemem.
Ben alıştım güzele,
Kötüye yar diyemem.
Bağlar gazeli, meleğim de,
Türkmen güzeli.
Şu dağı aşam dedim,
Aşam ulaşam dedim.
Bir vefasız yar için,
Herkese paşam dedim.
Bağlar gazeli, meleğim de,
Türkmen güzeli.


Derken, 19. yüzyılın bitmesine 20 yıl kala, iki Ali Rıza beyin, birbirine yakın tarihlerde birer erkek çocukları dünyaya geldi. Birinin adı Mustafa idi, çakır mavi gözleriyle dikkat çekiyordu. Onun bu Ulusun kaderini belirleyecek, ulu önder olacağını kim nereden bilebilirdi ki. Diğer oğlanın adını ise Halil koydular, sarı kıvırcık saçları ve ela gözleri ile şimdiden babası süslü Ali Rıza Bey’i andırıyordu, her iki aile de çok mutluydular.

Çocuklar, önceleri bahçelerde, sonra da sokak aralarında askercilik ve çelik–çomak oynayarak, çember çevirip, birdirbir atlayarak, büyüyüp gidiyorlardı. Mustafa’nın okula başlama zamanı geldiğinde, anne ve babası arasında görüş ayrılığı belirdi. Zübeyde Hanım, oğlunun geleneklere uygun bir törenle mahalle mektebine verilmesinden yanaydı. Ali Rıza Bey ise yeni yöntemlerle eğitim yapan, Şemsi Efendi Okuluna gitmesini istiyordu. Sonunda her ikisinin de isteği oldu, Mustafa önce mahalle mektebine ardından da Şemsi Efendi Okuluna gönderildi. Okulunu ve öğretmenlerin çok seven Mustafa, dersleriyle ilgili ve çalışkan bir öğrenciydi. Mustafa, Şemsi Efendi Okulunda öğrenimine devam ederken babası Ali Rıza Bey Öldü. Bu olay üzerine büyük sorunlarla karşı karşıya kalan Zübeyde Hanım, çocuklarını yanına alarak Selanik yakınlarında Langaza'daki, Rabla Çiftliği'nde çalışan ağabeyinin yanına gitti.

Zübeyde Hanım, daha sonra Mustafa’yı okulsuz ve öğretmensiz bırakmamak için çocuklarıyla birlikte Selanik'te bulunan kız kardeşinin yanına döndü. Bir süre Selanik Mülkiye Rüştiyesine devam eden Mustafa, annesinden gizli Selanik Askerî Rüştiyesinin sınavlarına girdi ve kazandı (1893). Mustafa bu okulda, üstün başarıları ve yetenekleri ile öğretmenlerinin ve arkadaşlarının beğenisini kazandı. Okulun matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi, ondaki farklılığı görerek, isim benzerliğini ortadan kaldırmak için kendisine Kemal adını verdi. Bundan böyle, hep “Mustafa Kemal” adıyla anılacaktı.

Komşusu olan Halil’i ise önce yine mahalle okuluna gönderdiler, dini ağırlıklı olan derslere olan ilgisi fazla değildi. Aklı fikri, daha çok mahalle aralarında oynanan oyunlardaydı. Ve ara sıra kaçıp arkadaşları ile birlikte denizin kıyısına indikleri olurdu. Yan yana, sıra sıra duran gemiler ve kayıklar, Kordon boyunda dizili faytonların yüksek körükleri, parlatılmış pirinç yanlıkları, fenerleri, renkli boyalı tekerlekleri, hele hele atları onu hep çekerdi. Uzun uzun atların başında durur, ekşimsi gübre ve sidik kokuları arasında atları gözlemlerdi. Onlara dokunmak, dizginlerini ele almak en yüce dileği idi. Hele hele ön tekerleğin dingil miline basarak, faytonun önüne çıkıp oturan, kırbacı hafifçe havada şaklatıp, dizginleri çekerek faytonunu yola çıkaran, daha sonra uzun kırbacı iki kez şaklatarak onları tırıs yürüyüşe geçiren arabacılara, özlem ve iştiyak içinde bakmaktaydı.

Selanik, diğer Osmanlı şehirlerine göre sosyal ve kültürel yönden daha gelişmiş durumdaydı. Avrupa'daki her türlü değişimden kolayca etkilenmesi, halkın giyiminde ve kuşamında, düşünüş ve davranışlarında kendisini gösteriyordu. Daha önemlisi çeşitli fikirler ve görüşler daha özgürce konuşulabilmekte ve tartışılabilmekteydi. Bu nedenle Selanik, yenilikçi ve özgürlükçü fikirlerin, eylemlerin ve hareketlerin başlangıç ve odak noktası olmaktaydı.

Süslü Ali Rıza Beyin, oğlunun geleceği hakkındaki düşünceleri biraz farklıydı. Halil iri yarı, güçlü bir çocuk olma yolundaydı ve tutuğunu koparacak soydandı. Bu nedenle onun kısa yoldan işin başına geçmesi çok uygun olurdu. Ne de olsa kurulu düzen vardı ve işler de tıkırındaydı. Seher hanım ise, oğlunun ailede pek benzeri olmadık şekilde Fransız okuluna gitmesini istiyordu. Bu arada ikinci oğulları İskender dünyaya geldi. Bu arada sorunsuz giden aile yaşamından bazı anlaşmazlıklar yaşanmaya başlanmıştı. Ali Rıza Bey eve geç gelir oldu, arkadaşları ile geç vakitlere kadar bir yerlere takılıyor bazen de sarhoş ve küfelik oluyordu. Tartışmalar ve huzursuzluk arttı, bir süre sonra ayrıldılar. Seher hanım evinde kaldı, terzilik yaparak geçimini ve düzenini sağlıyordu. Ancak hastaydı ve genç yaşında oğlunun ve diğer doğacakların mürüvvetini ve ikbalini göremeden vefat etti. Ali Rıza Bey uzun süre evlenmedi yakın akrabaları ve halasının kızları yardımıyla Halil’i ve İskender’i büyütmeye çalıştı.
 
Süreç akıp gidiyor, her iki Ali Rıza Bey’in çocukları Mustafa ve Halil, artık büyümüş, okula devam ediyorlardı. Yeni bir Yüzyıla girerken Osmanlı Devleti, politik, sosyal ve ekonomik birçok sorun ile uğraşıyordu. Selanik’te filizlenen özgürlükçü akımlar ve yenilikçilik hareketleri, Osmanlı Payitahtını sarsar bir hal almıştı. Ayrıca modernleşme yolunda tüm adımlar ve gelişmeler burada oluyor ve Avrupa’daki tüm gelişmeler yakından izlenerek, anında yansıtılıyordu. Ege Denizi’nin doğu kıyısındaki İzmir de Selânik’e benzer durumdaydı. İzmir de Selânik gibi bir körfeze açılıyordu. Gerçi İzmir'in Kordon boyunda, Selânik kordonunda olduğu gibi bir Beyaz Kule yoktu. Ancak Kemeraltı çıkışındaki saat kulesi, hem ince bir mimariyi yansıtıyor hem de şehrin simgesi oluyordu. Selanik’in Beyaz Kulesi, İzmir saat kulesi gibi şehrin merkeziydi.
 
 
Beyaz  Kule, Selanik.

Mustafa Kemal'in ve Halil’in biraz da haşarı geçen, gençlik günlerinde, birbirlerinden habersiz değildiler. Ne de olsa ayni mahallenin çocuklarıydılar, ayni yaştaydılar, çocuklukları ve ilk gençlik yılları benzer mekânlarda geçmekteydi. Yani, Beyaz Kule ve onun çevresinde. Olimpos, Kristal, Jünyo gazinolarında yahut ayın sonlarına doğru daha iç sokaklardaki, örneğin Yorgo'nun meyhanesinde herkes kendi tûl–i emelini, yani bitmek tükenmek bilmeyen arzu ve isteklerini etrafındakilere, özgürce dile getirebilirdi.

Bu dönemde “İttihat ve Terakki” olarak adlandırılan dernek, ateşli taraftarları ile teşkilatlanıp yaygınlaşıyor ve tüm gençliği ve okuryazar takımını etkisi altına alıyordu. Selanik’in gençleri ateşli bir milliyetçi, hürriyetçi hatta devrimci olup çıkmışlardı. İster okullu, ister asker, ister esnaf olsun, hep yeni ve hürriyetçi fikirler ve eylemler etrafında toplanıyorlardı. Osmanlı’nın bir silkinme, bir toparlanma yaparak, dış ülkelerin baskı ve istilacı emellerinden kurtulmasının derdindeydiler. 

1900 yılına gelindiğinde Mustafa ve Halil 20 yaşına gelmişlerdi. Mustafa Kemal, İstanbul’da Harp Okuluna girmişti. Dersleri iyi ve çok başarılıydı. Süslü Ali Rıza Beyin oğlu Halil ise okulu bitirir bitirmez, babasının muhallebici dükkânında çalışmağa başladı. Burası hareketli bir yerdi, genç bayanlar, nişanlılar ve zaman zaman da çocuklarıyla aileler gelirlerdi. Ancak, onun çalışma yeri dükkânın arkasındaki küçük mandıra oldu. Önce dibini tutturmadan süt kaynatmayı, koyulaştırmayı, muhallebi tutturmayı öğrenmişti. Halil güçlü kuvvetli, yakışıklı bir delikanlıydı, artık eve geç gelir, yemek sonrası da dışarı çıkar olmuştu, bu arada ateş bacayı sardı. 

Aşkın sınırsız ve benzersiz gücü savaş filan dinlemiyordu. Yukarı Mahallede oturan Muzaffer adında bir genç kıza âşık olmuştu ve iki genç birbirlerini çok seviyorlardı. Aslında evlilik daha önce olacaktı, ancak her iki tarafın aileleri bu işe şiddetle karşı çıktılar ve evliliğin henüz erken olacağı düşüncesi ve askerlik gerekçesiyle işi savsakladılar. O zaman Halil, baktı olacak gibi değil genç kızla anlaştı ve birlikte kaçmağa karar verdiler. Kaçma düşüncesi en iyi çözümdü ama nerede oturup, nasıl barınacaklardı? Halil buna da bir çare buldu, akrabaları Ümüş yenge ile anlaştı. Yakın akraba sayılan bu yenge hoşgörülü, becerikli ve tuttuğunu koparan bir Osmanlı kadını idi, onları hemen yanına aldı. 

Bütün bunlar olurken Halil aniden askere çağrıldı, kısa bir eğitimden sonra Bulgar çetelerinin baskısı altındaki bölgelere yollandı. Bu dönemde, Sırplar ve Bulgarlar, Makedonya’nın paylaşımı için birbirleriyle mücadele içindeydiler. İki yıl boyunca Sırp ve Bulgar çeteleriyle boğuşan Halil, Balkan Dağlarında zeybek yaşamını  öğrenip, dağları avucunun içi gibi bilir olmuştu. Osmanlı ve Türk düşmanı çetelerin mezalimini, kalleşliği, kaygıyı, kıyımı gördü ve yaşadı. Bulgar militanları ile silahlı çatışmalara girdiler, işinde gücünde, tarlasında, çubuğunda talihini yaşayan Türk köylerini korudular, kolladılar. 

Bu iki yıllık dağ hayatı, çatışmalar, onda sert ve kendine buyruk bir kişilik oluşmasına neden oldu. Daha sonra ondan söz edenlerin “gözü pek” ve “azimkâr” demeleri, onun kişilik özelliğinin kaynağı ve bu yaşam biçimi olsa gerekti. Çoğu zaman dağlarda aç kaldılar, çeteler ve isyancı köyler ile boğuştular, sonunda sağ salim evine döndü ve onu yıllardır bekleyen yavuklusuna kavuştu. Yıllarca yolunu gözleyen kızın adı Muzaffer idi, Muzaffer zafer kazanmış demekti ve muzafferiyet, o yıllarda Osmanlı Devletinin en çok özlemini duyduğu şeydi.

Halil ile Muzaffer, askerlik dönüşü hemen evlendiler. Ailelerin kızgınlığı yaşanan olaylardan sonra çoktan geçmişti. Gencecik Muzaffer Hanım, ellerinde kınası, teli, duvağı ile Mustafa Kemal’in de doğup büyüdüğü, Koca Kasım Paşa Mahallesindeki eve gelin geldi. Ev yeterince büyüktü hep birlikte yeni bir yaşam başladı. Halil bir süre sonra tekrar muhallebici dükkânlarında çalışmağa başladı.
 
 
Selanik, Koca Kasım Paşa Mahallesi

1911 yılına gelindiğinde kentin altyapısı tamamen gerçekleştirilmiş ve sokak aydınlatması tamamlanmış durumdaydı. Tüm bu yapılanlar için gerekli parasal kaynağın büyük bir bölümü; Hirsch, Alatini, Rotschildts, Modiano gibi Musevi işadamlarından geliyordu. Ancak yatırım yapanlar arasında, Hamdi bey ve Kapancılar gibi Müslüman işadamları da vardı. Bütün bu gelişmeler sonucu, kentin yeni görüntüsü içinde fabrika bacaları da yükselmeye başlamış ve Selanik büyük bir endüstri ve ticaret kenti olmuştu. Bankalar yanında, yeni ticaret merkezleri, büyük dükkânlar, oteller, kafe ve restoranlar açılıyordu. İstra sokağı oldukça güneşsiz ve karanlık bir yerde olmasına karşın ticari faaliyetlerin en yoğun olarak yaşandığı merkez olarak gelişti. Sabri Paşa Caddesi ise modern alışveriş merkezlerine ev sahipliği yaptı. Stein ve Tiring gibi dönemin önemli ailelerinin ve soylu Türklerin evleri de bu caddede yer alıyordu. 

Sosyal yaşam son derece gelişkin, karşılıklı sevgi saygı ve yaşamdan hoşnut olma üzerine kurulmuştu. Müslüman, Rum komşuluğu tüm yaşananlara karşı sürüyordu Kimse kimsenin kapısını pat diye çalmaz. Hanımlar haberli bir ziyarete hepsi elinde nakışla giderler, sohbet edip çeşitli ikramlarda bulunurlardı. İkram işi zaman zaman boyutunu aşıyor ve bir yarışma halini alıyordu. Selanik kadını hem hamarat hem de yaşamı severdi.

Eski Selanikli diye anılan kadınlar, çoğunlukla bordo, yeşil, eflatun renkteki pelerin tarzındaki çarşaflarını giyerek tramvaylara binip, Selanik’in meşhur Kordonunu süsleyen Beyaz Kuledeki kafelere giderlerdi. Ayrıca kentin köklü bir tiyatro geleneği de vardı ve sık sık kadın erkek birlikte tiyatroya gidilirdi. Günlük yaşamda erkekler, şık kıyafetleri ile kahvehane ve birahanelerde oturup, yaşanmakta olan olaylar, borsa haberleri üzerinde tartışır, bol köpüklü kahvelerini içerken, bilardo, tavla ve iskambil oynanıp, siyah tömbeki ile nargile fokurdatırlardı. Meyhane alışkanlığı ve akşamcılık da yaygındı.

Neresinden bakarsanız bakın, nereye giderseniz gidin, Selanik bir Müslüman kentiydi ve Osmanlı’nın göz bebeği idi. Şehrin Merkezinde, Hortacı Süleyman Efendi Camii vardı. Şadırvan Mahallesine bakan yönünde ise zaptiye Binası bulunmaktaydı. Burada manifatura, zücaciye, şekerci ve helvacı, mandıra ve zahire dükkânları ve esnafı yer alır ve Müslüman halk alışverişini genellikle buradan yapardı. 

Karşıda susam değirmeni ve derviş tekkesinin kocaman kapıları görünürdü. Manifatura dükkânları; güllü basmalar, allı pazenler, ağır kadifeler, Şam işi ve Bursa ipekleri, Selanik dokumaları, Avrupa’dan gelen saten kumaşlar, taftalar, renk renk feracelik kumaşlarla doluydu. Caminin hemen önündeki, asırlık çınar gölgesindeki Asmalı Sokak kahvesinde, yer alan kısa ayaklı ve hasır kaplı tabureler üzerinde, alışverişten yorulanlar oturup, kar ile serinletilmiş şerbet içer, kulpsuz fincanlardan köpüklü, şekerli–şekersiz kahveler içerlerdi. Akşama doğru, nargile vakti geldiğinde, siyah tömbeki veya elma kokulu nargile ve kahve ocaklarından yayılan keskin bir tütün ve taze kahve kokusu sarardı etrafı. Kerahet vaktine ise daha çok vakit vardı.
Selanik’te Müslüman halkın yaşadığı 45 den fazla mahalle bulunmaktaydı. Bunların tamamının Türkçe ilginç isimleri vardı. Örneğin; Hacı Mümin (Köşk), Suluca, Kale, Divan, Orta Mescit, Eski Camii Şerifi ya da Camii Atik, İki Şerife (Gazi Hüseyin Bey), Mes'ud Hasan, Astracı, Tarakçı, Mu'id Allaeddin (Çınarlı), Musa Baba, Yakub Paşa, Eski Saray, İshak Paşa, Pinti Hasan gibi.

Mahalleler dolambaçlı dar sokaklarıyla, Osmanlı şehirlerindeki Müslüman mahallelerinin tüm özelliklerini taşıyorlardı. Evlerin avluları duvarlarla çevrili olup, pencereleri kafesler ya da demir parmaklıklarla korunurdu. Pencerelerin içlerine konmuş olan saksılardan sardunya, karanfil ve menekşe gibi rengârenk çiçekler sarkar, köşe başlarında mermerden çeşmelerin üzerinde eski harflerle kitabesi yazılı sebil çeşmeleri olurdu. Buralarda, Müslüman toplum gelenekleri sürdürüldüğünden, Anadolu’daki herhangi bir şehir yaşamından farksızdı. 

1912'de Balkan Savaşları sonunda Selanik, Yunanistan yönetimine geçmişti. Osmanlı Orduları şehri, o dönemin koşulları ve yapılan antlaşmalar gereği, savaşmadan şehirdeki Türklerin can güvenliğinin sağlanması koşuluyla bıraktılar. Ancak Yunan çeteleri şehri teslim aldıkları günün gecesi kentte yaşayan pek çok Türk’ü, aralarında Osmanlı askerleri de bulunmak üzere öldürdüler. Şehrin simgesi olan Osmanlıların kurduğu ve yüzyıllar boyu koruyup kolladığı, Beyaz Kule sembolik bir vaftiz işleminden geçerek kırmızıya boyandı. O günden beri Beyaz Kule adıyla anılan bu yapının boyaları zamanla aşınarak döküldü ve eski rengini tekrar kazandı. Bu aslında özlemini duyduğu gerçeğine dönüş ve doğanın değişmez yasasıydı. Kısa bir süre içinde camilerin minareleri yıkıldı. Bazı cami ve sinagoglar kiliseye çevrildi. Eski Osmanlı evleri bakımsızlıktan yok oldu. Kentin geçmişiyle bağlantısı kesilmeye çalışıldı.
 
 
Selanik Kordonboyu 1914 

Kaderin yazgısı bununla da kalmamıştı, 1917 yılında çıkan ve üç gün süren büyük bir yangın şehrin Türk bölgesini neredeyse tamamen yok etti. Burada yüz yılardır yaşayan Türkler, yerlerinden, yurtlarından koparak, Anavatana göç etmek zorunda bırakıldı ve Anadolu'dan gelen Rum göçmenler, giden Türklerin yerini aldı. Kısa bir süre içinde şehrin nüfus yapısı tamamen değişti. Yunanlılar Selanik'te azınlıktayken yapay bir çoğunluk haline geldiler. Oysaki yüzyıllar boyu Selanik ve onun yaşayanlarının ne mutlu, hoşnut ve ongun bir yaşamları vardı.
Halil, İskender Beyler ve Mehmet (Hortaç) Selanik, 1918?

20. Yüzyılın başlarında, Avrupa çok hareketliydi bir yandan fizik, kimya gibi bilimlerde olağan üstü gelişmeler olurken, kim ve ne için olduğu belirsiz. Savaş hazırlıkları da sürüyordu. Derken Dünya Savaşı veya Birinci Cihan Harbi, olarak adlandırılan felaket 28 Temmuz 1914 tarihinde Avrupa'da başladı ancak dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin katılması ve diğer kıtalardaki sömürgelere de yayılması nedeniyle "Dünya Savaşı" olarak adlandırıldı. Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı'na Almanya ile müttefik olarak girmişti. Savaş, dört cephede gerçekleşiyordu. Osmanlı kendi yaygın coğrafyasının her yanında birden yedi düvele karşı savaşmağa başladı. Kafkasya Cephesi (1914–1918), Rusya'ya karşı. Sina/Filistin ve Irak Cephesi, İngiltere'ye karşı, Çanakkale Cephesi (1915), İngiliz–Fransız ve Commonwealth çıkartma güçlerine karşı direniyordu.
Savaş bittiğinde Osmanlı Devleti de yenilmiş sayıldı ve Mondros Mütarekesi ile neredeyse tüm varlık nedenlerini kaybetti. 15 Mayıs 1919, İzmir'e Yunanlıların asker çıkarması, Ege Denizi’nin iki yanında yaşayan tüm Türkleri yasa boğarken, bazılarının bir da zil takıp oynuyordu. Bu arada bütün bunların sonunu getirecek bir olay yaşandı. 16 Mayıs 1919 da Selanik’li Mustafa Kemal, Bandırma vapuruyla İstanbul'dan ayrıldı.

Tüm bunlar olurken, Selanik Türkleri belki de tarihi boyunca en kötü günlerini yaşıyordu. Talih rüzgârı dönmüştü, nereye doğru eseceği belirsiz bir hal almıştı, mutlu günleri geride kalan bu topluluğu nerelere sürükleyeceği belli olmadan savrulup duruyor tozu dumana katıyordu. Savaş tanrılarının yeryüzündeki ölümlüleri artık ecel dağıtır hale gelmiş, kayıp, şehit, mezarı belirsizlik olağan bir durum halini almıştı. Giden gelmiyor, gelen ummuyordu.

İzmir’in işgali haberi karabasan gibi geldi çöktü, keder, hüzün ve elem her yanı sardı. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Ancak bir süre sonra talihin rüzgârı dönecek, Anadolu’daki, teheyyüç, hezeyan, tepki, etki yerini coşkuya bırakacaktı. Anadolu’nun ve Türk Milletinin bahtı kara yazgısı, mukadderatı bir Selanikli tarafından değiştirilecekti. 

Selanik’te yaşam her şeye rağmen sürüp gidiyordu. Halil Bey muhallebici dükkânının tüm sorumluluklarını da yüklenmeye başlamıştı. Muhallebi yapımı başlı başına maharet ve beceri isteyen bir işti. Herkes iyi muhallebi yapamazdı ve bu işin kendine göre incelikleri vardı. Örneğin sakızlı muhallebi; Langazada’ki çiftlikten gelen süt kaynatılıp koyulaştırdıktan sonra içine pirinç unu, şeker, dövülmüş damla sakızını ilave ederek. Ağır ateşte karıştırarak yavaş yavaş pişirilir bu arada tekrar tekrar çırpılırdı. Sonra üzerini Hindistan cevizi ile süsleyip, porselen kâselere dökülüp soğutulurdu. Muhallebi kâseleri çok özeldi ve Polonya’dan getirilmişti. Ancak bir süre sonra bu iş onu sarmaz oldu, aklı hep kordondaki atlarda ve faytonlardaydı. Bu konuyu ailesine açtığında, kıyamet o anda koptu.

“Vay sen faytoncu mu olacan! Bilmediğin, bellemediğin bir iş bu.”
“Bizim ailemizden arabacı çıkmaz, sen bu işi unut.”

Daha neler, işimizin suyu mu çıktı, kim sürdürecekti bu dükkânı ve yıllar boyu gelen devranı. Ne deseler boşa çıktı. Halil, aklına koymuştu bir kez bir fayton ağası ile anlaşıp at sürmeye başladı Selanik sokaklarında. Onun “Hayda” deyişi bir başkaydı, ağdalıydı, kaideliydi. Bir süre sonra tüm Faytoncular onun gibi “Hayda Bre” çekmeğe başladılar. Ali Rıza Bey bu arada Selanik’in ünlü ailelerinden birinin kızları olan yüzyazıcı Emine adlı bir hanımla evlenmişti. Yüzyazıcı Emine Hanım daha genç kızlığından beri gelin yüzü ve süslemesi yaptığından dolayı böyle anılırdı. Baktılar olmayacak, ailece bir fayton almaya karar verdiler. Böylelikle Halil başkalarının yanında çalışmayacak, kazancı kendine kalacaktı. Hem artık diğer oğulları İskender de büyümüş dükkân işlerinden anlar hale gelmişti.

Sonunda doluya kondu, boşa alındı, oldu olmadı, hesap kitap yapıldı ve faytonculuk yapma üzerinde karar kılındı. Halil zaten işin özünü ve incelikleri kapmağa başlamıştı. Fayton işletmek, oldukça meşakkatli ancak bu devirde para getiren bir işti.  Hele Selanik’te. Sonunda satılık fayton aramağa koyuldular, şansları da rast gitti yaşlı bir Rum’un elden çıkarmak istediği gösterişli bir arabaya talip oldular, al takke ver külah sonunda anlaşmaya varıldı, eller sıkıldı. İş para bulmaya kalmıştı, Ali Rıza Bey ufak tefek bazı malları elden çıkardı, Langaza’daki bir bahçeyi de satıp paraya çevirdi. Bir akşamüstü, pırıl pırıl bir fayton arabası kapıya çekildi. Neşeleri yerindeydi.

Faytoncu asta geder              
Kulağı seste geder 
Faytonda giden kızın
Sedası dosta gider


Kelime kökeni Fransızcadaki Phaeton (Faeton) dan gelen fayton, körüklü, üstü açık binek arabasıdır. Dört tekerlekli olup, ön tekerlekleri küçük, arka tekerlekleri büyük, tek oklu ve çift at koşuludur. Öndeki arabacı yeri yüksektedir ve körük hava durumuna göre açılır veya kapanır. Arabaya ön ve arka tekerleklerin çamurlukları arasına yerleştirilmiş basamakla binilir; genelde dört kişiliktir. İki kişi, yüzleri gidiş yönünde arkaya, iki kişi de onların karşısına oturur. Yağmurlu havalarda yolcuların ıslanmaması için üstte muşambası vardır. Körük dışında kalan arabacılar da, bir gocuk veya yağmurluk giyerler.

Arabacı yerinin iki yanında da pirinçten, cila yapılarak parlatılmış birer feneri bulunur. Fenerin camları üç yana ışık verir ve süslerle bezenmiş birer sanat eseridirler. Geceleri özel bir gaz yağı ile yanar.  
Aslında Fayton kelimesi Fransızca’dan filan gelme değildi. Bu sözcüğün, Ege mitolojileri içinde önemli bir destansı öyküsü ve söylencesi vardı.  Güneş Tanrısı Helios’un ölümlü kadından doğan, oğlu Phaeton bir gün babasını ziyaret etmek üzere annesinden izin alır ve güneşin doğduğu dağa, babasının sarayına doğru yola çıkar. 

Phaeton dünyanın en yüksek dağında kurulu bu saraya tırmanmak için binlerce basamak çıkar ve sonunda babasının kıymetli taş ve altınlarla kaplı fildişi sarayına varır. Babası ona neden geldiğini sorunca Phaeton; “Ölümlülere senin oğlun olduğumu kanıtlamama fırsat ver,” diye cevap verir. Babası ise “Evet benim oğlumsun, bunu duyurmak için dilediğin her şeyi yapabilirsin,” der.

Phaeton, babasından azgın atların çektiği güneş arabasını kullanmak istediğini söyler. Helios önce bu isteği hoş karşılamaz, çünkü bir ölümlüye bu arabayı vermek demek ölümü davet etmek demektir. “Sen ölümlü bir kişisin. Benim arabamı ise Tanrılar bile kullanamaz. Zeus’un bile elinden gelmez bu.”

Phaeton ısrar eder ve babası bunun üzerine güneşi taşıyan atlı arabasını getirtir. Her tarafı değerli taşlardan ve altından yapılmış ve güneşi taşıyan arabaya atlayan Phaeton’a babası “Oğlum,  tut kırbacı ve sımsıkı al eline dizginleri. Benim daha önceden geçtiğim yerlerdeki tekerlek izlerini göreceksin ve onlar sana rehberlik edecek,” der. Phaeton’un sürdüğü araba gökyüzüne şimşek gibi fırlar. Atlar sürücülerinin acemi olduğunu hemen anlarlar. Phaeton, korku içindedir ve heyecandan dizginleri bırakıverir. Atlar, bunun üzerine hızla Yeryüzüne inmeye başlar. Arabanın güneşten getirdiği sıcaklık yüzünden Helikon, Parnassos ve Olympos tepeleri tutuşur. Vadileri ateşler sarar. Irmaklar buhar olur. Bunu gören Zeus, hemen yanında duran yıldırımı alıp, Phaeton’a doğru fırlatır. Yıldırım, Phaeton’a çarpar ve delikanlı arabadan düşüp Eridanos Irmağı’nın sularına gömülür. Phaeton ölmüştür. İşte faytonun mitolojik öyküsü böyle acıklı bir şekilde sona eriyor ancak söylencesi günümüzde bile devam ediyor.

Faytoncular elleri kırbaçlı, palabıyıklı, şakacı ve bol kahkahalı insanlardı ve aralarında kendilerine göre bir dil geliştirmişlerdi. Bazıları da çok bıçkın ve kavgacı olurdu. Aralarındaki dalaşma ve kavga eksik olmazdı. Bu hırçınlıklar biraz sonra sabun köpüğü gibi söner, aralarındaki dostluk ve dayanışma devam ederdi. Bir anlamda bu becelleşme, kayıkçı kavgası ile eş değerdi. Arabacılar türkülere de konu olmuştu. Ancak İstanbul’da ve Selanik’te söylenen bu türküler birbirinden biraz farklıydılar.

Arabamın atları deh deh deh aman da,
Boyalı kanatları deh deh aman da,
Aslan Mahmut'um gel.


Faytonu, fayton yapan atlarıdır. Atlar, arabalar kadar ünlüdür ve soylarından bir kültürü saklar. İşte at çeşitleri; doru at, kar yağdı at, arap atı, alacalı at, ayağı sekili at, alnı sakar at, kula at ve kırat Atın yağız olanı makbuldü. 

Halil atları hep severdi ve onların her davranışına aşina idi. Çocukluğunda, Selanik kordonundaki faytoncuları ve atlarını tanırdı. Yazları Langaza’daki kır evine gittiklerinde, köyde bellediği bazı atlara binerdi ve iyi de bir at binicisi ve sürücüsüydü. Ancak şimdiki mutluluğu farklıydı. Onun da süslü bir faytonu, biri “doru”, diğeri “anlı sakar” iki atı vardı. Onları hiç yormaz, gerekmeden yokuşa vurmazdı. Akşamları iş bitip faytoncu ahırlarına gittiğinde koşumlarını itina ile çözer, atları sular ve yemlerdi. Atların başlarını tuttuğu kovaya daldırıp, kanan kana su içişleri ona ayrı bir haz verirdi. Sonra kaşağıyı eline alır, düzgün bir şekilde, bıkmadan usanmadan tımarlarını yapardı. Ayrıca sık sık nalbanda götürür, nallarını kontrol ettirir, mıhı gevşeyenleri onartır, sık sık nal çaktırırdı.

Koşumların bakımı da ayrı bir işti ve deneyim isterdi. Deri ve kaytan saraciyeleri sık sık yağlar, bakım ve onarımlarını yaptırır sonra düzgünce duvardaki yerlerine asardı. Ahırların temizliğini seyislere bırakmaz zaman zaman çalı süpürgesini eline alır, yerleri tertemiz ederdi. Ahırları havalandırır, atların sağlığına dikkat ederdi. Zaman zaman onları bildik bir veterinere götürür, aşılarını yaptırır ve dişlerini kontrol ettirirdi. At ekmek teknesiydi. Atsız fayton süs bile olmazdı.
Faytonların bakımı da arabacılık işinin ayrı bir raconuydu. Boyalar ve süsler her zaman canlı olmalıydı, müşteri hep süslü ve bakımlı faytonları isterdi, kendi elinden boya ve fırça eksik olmadığın renkli süsleri yeniler dökülen çizilen boyaları onarırdı. Fenerlerin, körük bağlantılarının pirinç aksamını kavel ile parlatır, parlatma kadifesini elinden hiç düşürmezdi. Müşteri beklerken boş durup yarenlik ettiğini pek gören olmadı ve eli işte, aklı çok sevdiği atlarındaydı.

Faytonun oturma yerinin dik önlüğü genellikle deriden olurdu. Ayrı bir süsleme bölgesiydi. Halil’in arabasının önlüğünde, birbirine bakan iki adet beyaz ay yıldız vardı. Bu Türklüğün ve Türklüğünün göstergesiydi. Bu dönemde onları tutmak öyle kolay bir iş değildi, cesaret isterdi. Selanik’te günler böylece geçip gidiyordu, işindeki gücündeki insanlar, savaşın, değişen denge ve politikanın pek farkında değillerdi. Ancak sinsi bir el, kuşaklar boyu burada doğmuş ve yaşamış, başkaca bir yer yurt görmemiş insanları kuşatmaktaydı. Halil Faytonu ile Selanik sokaklarında durmadan yolcu taşıyordu. Ünü de artmıştı, herkes onun faytonunu arayıp soruyor,  gezmek istiyordu. Halil Ağanın faytonuna binmek bir ayrıcalıktı.

Diğer yandan ortalık hiç durulmuyor, bütün Avrupa kıtası gibi Balkanlar da kaynıyordu. Bir yandan son ümitleri yani anavatana dönme işi suya düşmüş, sığınacak dal, barınacak yurt kalmamış gibi görünüyordu. Üstelik kendi soydaşlarına karşı savaşma durumu da vardı. Selanik’ten Anadolu’ya gitmek için çığlık ve viva sesleri ile oynayıp zıplayarak gemilere dolan efsun askerlerini, topları tüfekleri gördükçe, tarifsiz bir hüzün, hicran, kahır ve elem doluyordu içlerine. İnsanoğlunun en temel duygusu olan güvenlik ortamı ortadan kaybolmuş, yerini bitmez tükenmez bir husumet, kin nefret, garez duygusu sarmıştı. Yürekler hınç ile doluyordu, ne olmuştu o asude, baysal, sessiz ve sükûn dolu yaşama? Acı ve kara haberler her yanı sarıyor, kader ağlarını örüyor, antik Ege’nin savaş efsaneleri geri mi dönüyordu? Nerede kalmıştı o 500 yıllık, dingin, selamet, esenlik, dirlik ve düzenlik dolu günler? Derken Anadolu’da, azimli, ateşli ve utkulu bir kurtuluş savaşı başladı.

Artık Türk Orduları muzafferdi ve Yunanlılar her cephede bozguna uğruyor, büyük heveslerle geldikleri Anadolu topraklarından kovularak “Geldikleri gibi gideceklerdi”. Mustafa Kemal'e Mareşallik rütbesi ve Gazi unvanı verildi. 26 Ağustos 1922, de Mustafa Kemal Kocatepe'den, Büyük Taarruzu başlattı. Kısa sürede, 30 Ağustos 1922 Dumlupınar ve Başkumandanlık Meydan Savaşı'nın kazanmasının ardından, 01 Eylül 1922 de Gazi Mustafa Kemal'in, “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!” emrini vermesi ile 9 Eylül 1922 günü  Ordular İzmir’e girdiler. Mağlup tarafa kaçıp canını kurtarmak kalıyordu. İşbirlikçiler, ihanet ve aldatı içinde bulunanlar, kendilerini ortada bırakanların gemilerine zor attılar.

Dört yıl süren karabasan sona ermiş, kara yazgı döngüsünü tamamlamış, batıl gitmiş, hak yerini bulmuştu. Yeni Türk Devleti, prometheus’un külleri arasından, ebediyen ve sonsuza değin doğmuştu. Şimdi bu zaferin uluslararası alanda da onaylatılması gerekiyordu. Bu bir başarının ve galebenin sonucuydu. Kazanılan zaferin de başka uluslarca da tescil edilmesi ve onanması gerekliydi. Kafasında başka emeller taşıyan ve hiç de beklemedikleri bir yenilginin karşısında kalanlara bunu kabul ettirmek oldukça güç bir işti. İsviçre’nin Lozan Kentinde bir Konferans yapılmasına karar verildi. Bu Türk Ulusu için sevindirici bir durumdu. Ancak diğer yandan milyonlarca insanın, kaderini yerini ve geleceğini değiştirecek bir sonun da başlangıcıydı.
                               
 Vural Yiğit, 30 Ağustos 2023, İstanbul
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt