×

VİCDAN


VİCDAN 


M.Emin Atılgan – Ahmet Hilmi Durudoğan

 
Vicdan, İnsanın Kendine Dönüşü 

Yaptığı kötü bir şeyi aklından çıkaramayan ve ne dedim de bu şekilde hareket ettim diye söylenen herkes, yaptığı kötülüğü düşünür ve insan düşündüğü şeyden kendini kurtaramaz, bütün ruhu ile alabildiğine kendini düşündüğü şeye kaptırır, böylece yine kötülüğe kapılmış olur ve şüphesiz kendini bundan alıkoyamayacaktır, çünkü ruhu kabalaşıp bayağılaşacak ve kalbi çürüyüp bozulacak, üstelik kederli bir ruh hali içerisine düşebilecektir. Ne bekliyordun ? Çirkefi istediğin kadar karıştır yine çirkeftir. Günah işledik mi, işlemedik mi diye düşünmenin cennet’te ne yararı olabilir bize? Bunun üzerinden derin derin düşüneceğim zamanı, cennet’teki sevinçler için inciler dizmekle geçirebilirdim. İşte bunun içindir ki, şöyle yazılmıştır.

Kötülükten uzak dur ve iyilik yap. Kötülüğe tam olarak çevir sırtını, onun üzerinde düşünme ve iyilik yap. Yanlış bir şey mi yaptın? O zaman doğru bir şey yaparak dengeyi sağla.”     Ger’li Isaac Meier
                                                                                                                                         


Çalışmanın konusu, insan davranışlarında/davranamayışlarında ve kararlarında/kararsızlıklarında/ kabullenişlerinde/ suskunluklarında önemli bir rol oynayan “vicdan”dır. Vicdanı olan tek yaratık insandır. Vicdanı onu kendine gelmeye çağıran sestir, kendi olabilmek için ne yapması gerektiğini bildirir ona. 

İnsani değerler ve temel insan haklarının daha henüz anlaşılamadığı ve benimsenmediği dünyamızda, bizler, vicdan ve vicdanlı olmayı ne kadar becerebildiğimiz, yüzyıllar boyu süren ve halen devam eden, ayırımcılık ve katliamlar karşısında gösterdiğimiz suskunluk ve kabulleniş ile göstermekteyiz. 

Türk Dil kurumu sözlüğünde “vicdan”:“Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan “güç” olarak tarif edilir. 
 
“Vicdan, iyi bir şöhret, cehennem; duruma göre polisin bizzat kendisi.” Nietzsche. 

Metafizik düşünceye göre, 

♦ her insanın vicdanı doğuştan ve içgüdüsel bir şekilde vardır; 
♦ yani vicdan tanrısal kaynaklıdır. 

Diyalektik düşünceye göre ise vicdan, 

♦ insanın yaşamı boyunca edindiği bilgi ve görgülerinin, toplumsal törelerin ve çevrenin de etkisiyle, insan karakterinin bir yan ürünü olarak oluşur ve gelişir

”Nasıl davranmalıyım?” sorusu ile karşılaşan kişi, vicdanı ile felsefe tarihinde ilk kez ünlü Alman filozof Immanuel Kant sayesinde baş başa bırakılmıştır. 

Zira eski Yunan felsefecilerinden Kant’a kadar geçen neredeyse 22 asırlık sürede” nasıl davranmalıyım” sorusunun cevabı hep kişinin dışında aranmıştır. 

Eski Yunan’da etik davranışın nedeni nihai amaç olarak alınan - ama gündelik dilde kullandığımızdan başka bir anlamda kullanılan - Mutluluk iken, daha sonraları Ortaçağ’da din baskısı ile Tanrı’nın emrine itaat etmek şeklini almış; modernliğin ilk dönemlerinde ise toplumda uyumlu yaşamak emeline hizmet bağlamı içinde” ideal toplum” açısından ele alınmıştır. 

Bütün bu görüşlerde insanın sorumluluğu insanı aşan daha büyük bir ideale bağımlı kılınmış ve kişinin etik davranışı bir anlamda hep “araç” vazifesi görmüştür. Halbuki Kant için bir davranışta bulunmak için “istenç”e gerek vardı. Başka bir deyişle kendisine “nasıl davranmalıyım?” sorusunu soran, yani seçme olanağına sahip kişi, istenci ya da istemesi yönünde davranır. 

Kant’a göre insanı diğer canlılardan ayıran çok önemli bir başka yönü vardır: aklı. Kant aklın ahlaksal anlamda davranış ilkeleri ile meşgul olduğu haline “pratik akıl” adını verir. Pratik akıl esasında vicdandan başka bir şey değildir. İstenci belirleyen yani bir anlamda istememiz üzerinde etki yapan iki tür - Kant’ın deyimiyle - “buyruk” vardır. Eğer istenç egonun arzu ve isteklerinin suyuna gider ve davranışlarını bunların belirlemesine izin verirse bu koşullu buyruk tarafından yönetiliyor anlamına gelir. Mesela” cennete gitmek istiyorsan iyilik yap” gibi bir buyruk Kant’a göre asla etik bir buyruk değildir. Zira amaç, iyilik yapmanın kendi değeri değil” cennete gitmektir”. Halbuki etik buyruk, bir çeşit görev anlamını taşır. Bu, vicdana karşı duyulan görevdir. Kant’a göre, sadece etik olduğu için ve başka hiçbir amaç düşünülmeden yapılan davranış etik değer taşır. 

Kant, bu yolla etiği teolojinin elinden alarak felsefe alanına yerleştiren bir öncü rolü oynamıştır. 


Vicdan kavramı, psikanaliz kuramında benlik yapısının açıklanmasında ve ruhsal çözümlemenin anlaşılmasında önemli bir yer tutar. Freud’un oluşturduğu psikanaliz kuramına göre ruhsal yapının oluşumunda üç önemli bölüm yer alır. Bunlar; 

- İd, yani alt-benlik
- Ego, yani benlik
- Süper-ego, yani üst-benlik 

kavramlarıdır. Bunlar zihnin işlevleri olarak meydana gelirler ve zihnin oluşumunda rol oynarlar. 

İd, içgüdüsel ögelerin temsilcisidir, sürekli doyum arar, haz ilkesine ve birincil düşünme süreçlerine uyar


Freud’a göre İd’in egemen olduğu alanda mantık kuralları çalışmaz. Bu alanda, bütün içtepiler ve içgüdüler birbirini etkisiz hale getirmeksizin bir arada bulunurlar. 

İd değer yargısı, iyi ve kötü ve ahlaklılık nedir bilmez. 

İd alanında bulunan ya da olup biten her şey bilinçdışıdır ve bilinçdışı kalmaya mahkumdur. İd, içgüdüsel ögelerin temsilcisidir, sürekli doyum arar, haz ilkesine ve birincil düşünme süreçlerine uyar. 

Ego, “Ben”, “Benlik” anlamına gelen Latince bir kelimedir. Freud’a göre Ego, insan kişiliğinin kendini kendisi olarak algılamasına imkan veren ve dış dünya ile temas halinde olan, dış dünyadan etkilenen bölümüdür; kişiliğin, kişi ile gerçek dünya arasında arabuluculuk yapan bölümüdür. Bu bakımdan, gerçekliğin algılanması ve gerçeğe uyum sağlama işi, Ego’nun görevidir. 

İd, “tutku”ların bulunduğu alanı temsil ettiği halde, Ego akıl ve sağduyunun egemen olduğu alanın temsilcisidir. Bu bakımdan Ego, hem id ile hem de Süper-ego ile uyum içerisinde çalışmak ve yaşamak zorundadır. 
 


“Üst-ben” ya da “Üst-benlik” anlamına gelen Süper-ego ise, kişiliğin kendi kendisini gözetleyen, denetleyen, yargılayan, eğriyi doğruyu birbirinden ayıran, başka bir deyimle Vicdan dediğimiz bölümüdür. Süper-ego, dış dünyanın yasaklayıcı güçlerinin içe mal edilmesiyle oluşmuştur. Bu bakımdan Super-ego, İd ile Ego arasında etkileşmeyi sağlayan en önemli gücü temsil eder. Dolayısıyla da vicdan denilen kavramla bu anlamda özdeştir. Freud’a göre, suçluluk duygusu olarak meydana gelen duygular, vicdandan yani Süper-egonun özelliklerinden gelir ve üst benliği cezalandırmasını gösterir. 

Erich From’a göre, süper egosunda ve kültürel geleneklerinde toplanmış olan emirler ve yasaklar sistemin bir parçası haline gelmiş olan her şey vicdanın içeriği olabilir. 

Çalışmanın bu aşamasında, Erich Fromm’un sınıflandırmasındaki otoriter vicdan ve hümanist vicdan kavramları arasındaki ayrıma kuş bakışı da olsa bir göz atmakta fayda olduğu kanısındayız. 

Otoriter vicdan, içe mal edilmiş bir dış otoritenin, ana babanın, devletin ya da belli bir kültür içerisindeki herhangi bir otoritenin sesidir. İnsanların kendi vicdanlarından kaynaklanan bir suçluluk duygusu olarak gördükleri bir yaşantı, gerçekte, çoğu zaman bu otoriteler karşısında duydukları korkudan başka bir şey değildir. Tam anlamı ile söyleyecek olursak, bu insanlar kendilerini suçlu olarak görecek yerde, korkmaktadırlar. Bununla birlikte, vicdanın oluşumunda, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, ana-baba, kilise, devlet, kamuoyu gibi otoriteler ahlak ilkelerini ve davranış kurallarını koyan kişiler ya da kurumlar olarak kabul edilirler; insan bunların koyduğu yasaları ve yaptırım güçlerini benimser, böylece onları içe-mal eder. Dış otoritelerin yasaları ve yaptırım güçleri sanki insanın bir parçası haline gelir ve insan kendi dışındaki bir şeye sorumluluk duyacak yerde, kendi içindeki bir şeye, vicdanına karşı sorumluluk duymaya başlar. 

Erich Fromm’a göre otoriter vicdan, Freud’ün super ego olarak tanımladığı şeydir ve vicdanın gelişmesindeki ilk aşamadır. 

Bu, özellikle çocuktaki vicdanın gelişmesinde, ana, baba ile çocuk arasındaki ilişkilerde, ana babanın açık otoritesi sonucunda gözlemlenir. Liberal ve ilerici eğitim sistemlerinde, açık otoritenin yerini anonim otorite, açık emirlerin yerini ise “bilimsel” şekilde hazırlanmış formüller almıştır, “bunu yapma” cümlesi “bunu yapmak istemezsin” cümlesi ile yer değiştirmiştir. Bilim adına, sağduyu ve işbirliği adına ikna edilmiş ve tatlı dille kandırılmış çocuk bu anonim otoriteye savaş açamaz ve bağımsızlık duygusuna ulaşamaz. 

Otoriter vicdan insanın kendi iç sesi değildir, herhangi bir dış otoritenin sesi olup insan özgürlüğünün prangasıdır. Otoriter vicdanın hakim olduğu insanlar, kolaylıkla şekillendirilip yönlendirilebilirler. 

Hümanist vicdan ise kendimizi beğendirmek için didinip durduğumuz, beğenilmemesinden ise korktuğumuz, bir otoritenin içe mal edilmiş sesi değildir; tümü kişiliğimizin, kendi fonksiyonunu gerektiği şekilde yerine getirmesine ya da getirememesine karşı göstermiş olduğu insani ve bireysel varlığımızı oluşturan yeteneklerin tümüne karşı gösterilen yani kısacası kendimizin kendimize karşı gösterdiği bir tepkidir. 

Hümanist vicdanın gayesi, yaratıcılık, dolayısıyla mutluluktur, çünkü mutluluğu yaratıcı bir şekilde yaşamaktan ayırmak mümkün değildir. 

Bu itibarla hümanist vicdan, insan varlığına sıkı sıkıya bağlı imkanlardan oluştuğu halde otoriter vicdan, kültürel gelenek tarafından yoğrulmuştur. Vicdan eğer katı ve karşı konulması mümkün olmayan akıldışı bir otoriteye dayanıyorsa, hümanist vicdanın gelişmesinin tam olarak baskı altına alınacağından bahsedebiliriz. 

İnsanda hem otoriter hem de humanist vicdan vardır. Önemli olan hangisinin daha kuvvetli olduğu ve karşılıklı ilişkilerini ayırt edebilmektir. Vicdanın gelişmesinin ilk aşamasında otoritenin verdiği emirlerin, daha sonraki bir aşamada, otoriteye itaat etmiş olmak için değil de, insanın kendine karşı duyduğu sorumluluktan ötürü yerine getirdiği söylenebilir. 

İnsanın,”Vicdanıma göre hareket edeceğim.” demesinden ama, hümanist vicdanı kastetmesi şartıyla daha büyük bir gururla söyleyeceği başka bir şey var mıdır acaba? Her insanda bulunan, dışarıdan gelen ödül ve cezalardan bağımsız olan kendi sesimiz, kendimizin kendimize karşı gösterdiği bir tepki, bizi kendimize gelmeye, yaratıcı bir şekilde yaşamaya, tam olarak ve uyumlu bir biçimde gelişmeye - yani imkanlarımız bakımından neysek, o olmaya - çağıran gerçek benliğimizin sesi, kişilik bütünlüğümüzün bekçisi, kendimiz için gösterdiğimiz sevgi dolu bir ilgi ve bakımın sesidir o; bir başka ifadeyle yaratıcılık, dolayısıyla mutluluktur, çünkü mutluluğu yaratıcı bir şekilde yaşamaktan ayırmak mümkün değildir. 

Bu sesin özel niteliği nedir? Onu niçin dinliyoruz veya nasıl oluyor da ona kulaklarımızı tıkayabiliyoruz? 

Vicdanın niçin her zaman etkili olamadığı sorusuna belki de verilebilecek ilk cevap: ona kulak vermek istemememiz ve - daha da önemlisi - onu nasıl dinleyeceğimizi bilmememizdir. 


İnsanın kendi sesine kulak vermesi güçtür, çünkü bu sanat, çağdaş insanda seyrek olarak rastladığımız başka bir yeteneği de gerektirir: Kendisiyle yalnız başına kalabilmek. Gerçekten de yalnız kalmaktan çok korkarız; kendimizle karşılaşmaktan ürker gibiyiz. Kendimizin çok kötü bir arkadaş olacağını sandığımız için mi böyle davranıyoruz? 

Kendimizle yalnız kalmaktan korkmamız daha çok, kendi çelişkisi veya dualitesi içinde bu kadar iyi tanıdığımız, ama aynı zamanda bize bu kadar yabancı birini görmekten ileri gelen ve bazen dehşete kadar varabilen bir sıkıntı, şaşkınlık ve utanç duygusu olmasın; korkuyoruz ve kaçıyoruz. Böylece kendi sesimizi dinleme şansını elden kaçırıyor vicdanımızı bilmezden gelmekte devam ediyoruz. 

Vicdanımızın bizimle doğrudan doğruya değil de, dolaylı olarak konuşmasından ve çoğu zaman bizi rahatsız eden şeyin vicdanımız olduğunu fark etmememizden ötürü de güç bir şeydir bu. Vicdanımızın onu ihmal etmiş olmamıza karşı gösterdiği en sık rastlanan dolaylı tepki, belki de nereden çıktığı, ne olduğu belli olmayan bir suçluluk ve tedirginlik duygusudur, ya da yalnızca bir yorgunluk ve kayıtsızlık duygusudur. Aslında insanın yerine getirmediği şeyler için duyduğu suçluluk, gerçekte ahlaki problemlerle ilgili değildir. 

Bu endişenin bir şekli, ölüm korkusudur; insanı sürekli olarak pençesine alabilen çok şiddetli bir korkudur bu. Bu akıl dışı ölüm korkusu, yaşamayı becerememiş olmaktan ileri gelir; hayatımızı ziyan ettiğimiz ve yeteneklerimizi verimli bir şekilde kullanma şansını yitirdiğimiz için suçlu olan daha doğrusu kendini suçlu hisseden vicdanımızı dile getirir. 

Yaşlanma korkusu yaratıcı olmayan bir şekilde yaşamış olduğunu - çoğu zaman bilinçdışı olarak - hissetmekten ileri gelen bir korkudur; benliğimizin zedelenmesine, baltalanmasına karşı vicdanımızın göstermiş olduğu bir tepkidir. Oysa yaşlanmadan önce yaratıcı bir şekilde yaşayabilen bir insanın hiç de çökmediğini gösteren birçok örnek vardır; tersine yaratıcı bir şekilde yaşama süreci içerisinde geliştirmiş olduğu akıl ve duygu yetenekleri beden gücünün azalmasına rağmen gelişmeye devam etmektedir. Yaratıcı olmayan bir insan ise, etkinliğinin ana kaynağı olan beden gücü suyunu çektiği zaman, tüm kişiliği ile çökmektedir. 

İnsan, tabii olarak, başka insanların kendisini beğenmesini, onaylamasını ister; bu yüzden de düşüncelerinde, duygularında ve hareketlerinde kültürel kalıplardan ayrılmaktan korkar. Bu beğenilmeme korkusunun nedenlerinden biri, bilinçdışı bir suçluluk duygusudur. Eğer insan yaratıcı bir şekilde yaşama görevini başaramadığı için kendini beğenmiyorsa, bunun yerine başkaları tarafından beğenilmeyi koymak gayreti içine girer. 

Görülmektedir ki, insan kendi vicdanının sesine kulaklarını tıkamakta başarılı olabiliyor. Ama yaşamanın bir bölümünde bu girişimin başarısız olduğunu görüyoruz. O da uyku halindeyken… İnsan burada, gündüzleri kendisini kuşatan gürültülere kapılarını kapamıştır ve yalnızca iç yaşantılarına açıktır; bu iç yaşantılar ise, birçok akıldışı çabalar kadar, değer yargıları ve iç görülerden de oluşmuştur. Uyku, çoğu zaman insanın vicdanının susturamayacağı biricik fırsattır; ama işin acı yanı şu ki, uykuda vicdanımızın sesini duyduğumuz zaman hareket etme imkanımız yoktur; hareket etmemiz mümkün olduğu zaman da ne yazık ki rüyamızda gördüğümüz şeyi unuturuz. 



Vicdan Özgürlüğü

Modern demokrasilerde tarafsız olmak durumunda bulunan olan devletin anayasası da her türlü dünya görüşünün vicdan kavramı hakkındaki anlayışını yansıtmak veya kapsamak zorundadır. 

Bu nedenle “vicdani karar” kavramının günlük dildeki anlamı çerçevesinde, yani iyi ve kötü arasındaki ayrıma dayanarak tanımlanması gerekir. 

Vicdan özgürlüğü tarihi gelişim süreci boyunca hep din ve inanç özgürlüğü ve düşünce özgürlüğü ile birlikte düşünülmüş ve gelişmiştir. Vicdan özgürlüğünün din özgürlüğü ile ilişkisi, vicdani kanaatin oluşumu ve geliştirilmesinin genellikle dini inançlara göre şekillenmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak günümüzde dini temele dayanmayan, din dışı, hatta din karşıtı düşünce sistemlerine dayanan vicdani kanaatler de anayasal korumanın kapsamındadır. Çağdaş anayasal gelişmeler, vicdan özgürlüğünü bağımsız bir temel hak olarak ele almakta ve ilişki içinde bulunduğu söz konusu özgürlüklerle nitelik itibariyle eş değerde kabul edilmektedir. 
 

 
Vicdani kanaat 

Ahlak, toplumsal vicdanın toplumun kendisi ile hesaplaştığı noktadır. Hukuk kurallarının temelinde, topluma mal olmuş ahlaki anlayışlar yatar. Hukuk ve ahlakın kesiştiği nokta, vicdandır. Hukuk ve kanun, vicdani kanaat oluşturulurken dikkate alının ölçü ve sınırdır. Hakim, karar verirken kendi vicdanı ile baş başa kalacak, somut ve genel hukuk kuralları ve objektif ölçüler içerisinde, ve fakat sübjektif bir husus olan vicdani kanaati doğrultusunda hüküm bildirecektir. Anayasa ve Türk Medeni Kanunu, vicdan ve ahlakın hukuk kurallarının gereği ve emri olduğunu belirtir. Vicdan, hukukun temel metni olan Anayasa’ya göre son noktadır. 

Anayasa’nın 138.maddesinin 1.fıkrası, kanun ve hukuka değil, vicdani kanaate vurgu yapar. 

“Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasa’ya ve hukuka uygun olarak, vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler” 

Vicdani kanaate göre hüküm vermek, keyfi karar vermek değildir; 

Mahkeme kararlarının gerekçeli, hukuki ve mantıki örgünün özenli, neden-sonuç ilişkilerinin eksiksiz olması gerekir. Hukuk bugün ülkemizde vicdan ve ahlak açığı vermektedir. 

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi kapsamında vicdan özgürlüğü - Madde 1: Bütün insanlar hakları ve onurları eşit ve özgür olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik duyguları ile davranmalıdırlar. 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında vidan özgürlüğü - Madde 9:“Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, açıkça veya özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.” 

♦ 1982 T.C.Anayasası kapsamında vicdan özgürlüğü - Madde 24: “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 

Vicdani ret kavramı: Söz,“vicdan” kavramından açılmışken son günlerin üzerinde çok konuşulan konularından birisi olan “vicdani ret” kavramı üzerine de birkaç şey söylemenin sunuyu zenginleştireceği kanısındayız.

Vicdani ret, ”bir bireyin politik görüşleri, ahlaki değerleri veya dinsel inançları doğrultusunda zorunlu askerliği reddetmesi” olarak tanımlanıyor. 

Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü kapsamında bir insan hakkı olarak görülen vicdani ret, zorunlu askerlik hizmetinin bulunduğu hemen her Avrupa Konseyi üyesi ülkede yürürlükte olan bir uygulama. Avrupa Konseyi üyesi ülkeler arasında Türkiye iç hukukunda, halen vicdani reddi tanımamakta ve sivil bir alternatif de sunmamaktadırlar. 

Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü mutlaktır, sınırlandırılamaz; bu yön hakkın içsel özelliğiyle ilgilidir. Bu bakımdan insani kişiliğe ilişkin kanaatler ahlaki, felsefi, dini, sosyal, politik, ekonomik ve bilimsel düzenlemelerle korunmuştur. 

Bazı insanların vicdanı vardır, içleri acır, sessiz kalmazlar/kalamazlar, görmezden gelmezler/gelemezler. Yol ayırımlarında tereddüt etmezler, bir kişilik edinme kaygısı güderler, sürüklenmezler, tavır alırlar. Hayatlarının merkezinde bir tek kendileri yoktur, ötekini içerme bilgisini edinmek için çaba gösterirler, yorulurlar… Uçurumun kenarında yaşarlar… 

M.Emin Atılgan – Ahmet Hilmi Durudoğan


Kaynakça :

- Erdem ve Mutluluk - Erich Fromm 
- Bir Ahlak Kuramı - Agnes Haller 
- Bulunç (Vicdan) –Kazım Hamevi, Rıdvan Faruk Özenç 
 
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt