×

Deprem



Deprem 


Dr. Vural Yiğit 


Tek katlı bahçeli evimizin ahşap kapısında asılı bulunan tunçtan el şeklindeki tokmak hızlı hızlı vuruluyordu. 

Annem;
“Koş, bak bakalım kim gelmiş,” dedi. Kapıya doğru seğirttim, demirden mandalını kaldırarak kapıyı açtım. Baktım kapıyı vuran amcamızın kızı şükran. Hoş geldin demeye kalmadan;

“Bu akşam annemler oturmağa gelecekler,” dedi. Bu ‘oturmaya gelecekler’ sözüne de çok takılıyordum. Elbette oturacaklar, ayakta duracak halleri yok ya, misafir odasındaki koltuklar ne için duruyor.
Annem mutfaktan seslendi.

“Kim geldi?”

“Şükran, amcamlar akşama bize oturmağa geleceklermiş.” Annem;
“Buyursunlar gelsinler.” Dedi. Ben de tekrar ederek,
“Buyurun gelin, bekleriz,” dedim. Şükran fırladı gitti. Biliyorum mahalledeki oyunun kaçırmak istemiyordu. Annem, akşam için karanfilli kurabiyeler yaptı, bir de börek açtığı kocaman tepsiyi elime tutuşturarak mahalle fırınına yolladı.

“Sor bakalım ne zaman pişermiş.” Tepsiyi başımın üstünde taşıyarak, fırına yollandım.
“Nuri amca annem soruyor, ne zaman pişer bu börek diye?”
“Atarım bre şimdi büreği fırına, gelir alırsın bir saat sonrasına.”
“İki saat sonra gelsem olmaz mı?”
“Abe, nedenmiş o?”
“Arkadaşlarla top oynayacağız da.” Nuri amca işaret parmağını havada sallayarak;
“Tepersiniz topları, kırarsınız camları.” 
“Yok, Nuri amca biz kırmayız, büyük abiler yapıyor.”
“Kıracağım hepten ayaklarını, keseceğim toplarını.”
“Kes amca kes! Bizi de kovuyorlar arsadan, hep kendileri oynuyor.”

Akşama,  amcamlar cümbür cemaat geldiler.  Annem misafir odasında, üzerine dantelli örtüler serilmiş küçük sehpalara börek dolu tabakları yerleştirdi, yanlarına çatal bıçakları peçeteleri koydu. Bir yandan çaylar tazelenirken sohbet de koyulaşıyordu. Biz de yan odada Şükran ve Serap ile ders çalışır gibi yaparak, defter arasında kurutulmuş çiçekleri birbirimizi gösteriyorduk.

Bu kış gecesi ziyaretleri uzun sürer, kestane kebap filan derken saat gece yarısını bulurdu. Bu gece de öyle oldu. 

Amcam,
“Ooo, saat geç olmuş müsaade isteyelim artık,” deyince, hep birlikte kalkıldı. Mantolar, paltolar giyildi, atkılar sıkı sıkı sarıldı, başlıklar takıldı. Misafirleri kapıya kadar geçirmek adettendi. Tam kapıdan çıkmışlardı ki birden alışılmadık bir şey oldu. Yer birden sarsılamaya, binalar gidip gelmeye başladı. Kapılar, pencereler çatırdıyordu. İnsanlar yerlerinde titreşir gibi oldular. Derken nereden geldiği belli olmayan bir gürültü duyuldu ve uğultu şeklinde yükseldi. Herkes donup kalmıştı. Büyükler dua etmeğe başladılar, herkes birbirine sarıldı. Sallantı devam ediyordu ve duracak gibi değildi. 

Babam;
“Zelzele oluyor, binadan uzaklaşalım,” deyince herkes çil yavrusu gibi dağıldı. Yandaki boş arsaya toplaştık. Bu arada civar evlerden komşular, bağrışıp çağrışarak, kendilerini dışarı atmaya başladılar. Herkesin korkudan beti benzi atmıştı. Can korkusuydu bu. Üzerlerinde gece ve yatak kıyafetleri ile kadın, erkek, çoluk, çocuk kendini buz gibi bir havanın ortasında buldu. Gece yarısı hava çok soğuktu ve insanlar tir tir titreşip birbirine sokuldular.

“Zelzele,” bu sözü daha önce duymuş muydum bilmiyorum ama korkunç bir şey olduğu meydandaydı. Her yer zıngır zıngır titriyor, sallantı durmak bilmiyordu. Gökyüzü bir ara aydınlanır gibi oldu. Derken her şey aniden sonara erdi ve etraf sessizliğe büründü. İnsanlar korkudan ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bir araya gelip konuşmaya başladılar kendi aralarında.

“Ne korkunç bir şeydi yarabbi, yer yerinden oynadı.”
“Evet, sallandı da sallandı.”
“Ne olacak şimdi, devam eder mi?”
“Ay! Ben bu eve bir daha giremem.”
“Allah beterinden saklasın.”

Bir süre geçmişti ki yer yeniden sallandı. Ancak bu seferki önceki gibi korkunç değildi. Daha hafifti ve kısa sürdü. İnsanlar tekrar bağrışıp kaçıştılar. Bir süre kimseler ne yapacaklarını bilemedi. Hava soğuktu, insanların üzerinde bir şey yoktu. Telaşla sıcak yataklarından kalkıp kaçarak kendilerini dışarı atmışlardı. Kimsenin evlere girme niyeti yoktu. Bu şehir soğukları ile ünlüydü. Kuru ayazı var derlerdi. Birkaç gün önce yağan kar daha yerden kalkmamıştı. İnsanlar, o geceyi sokakta geçirdiler. Gün ağarmaya başladığında felaketin boyutu da ortaya çıkmağa başladı. Binalarda çatlaklar vardı ve bazılarının da sıvaları dökülmüştü. Mahalle camisinin şerefesindeki bazı tuğlalar dökülmüş, yer yer çatlaklar oluşmuştu. 

Şimdi ne olacaktı? Okul var mıydı? Herkes ne yapıyordu? Nerelere sığınmışlardı? Evlere yeniden girilecek miydi?


Babam resmi elbiselerini giyip alayın yolunu tuttu. Bizde civardan ıslak odun parçalarını toplayıp bir ateş yaktık, başına toplaştık. Babam akşama doğru döndü;

“Haydi, toparlanın Ordu evine gidiyoruz,” dedi. Yanımıza ufak tefek bir şeyler alıp, Ordu evine doğru yolladık. Orada saçtan yapılmış baraka gibi bir bina vardı, herkes oraya toplaşmıştı. Allahtan içi sıcacıktı ve tuvaletinin önünde uzun bir kuyruk oluşmuştu. 
 

 
Ardından radyolardan bir haber duyuldu:
“20 Şubat 1956'da Eskişehir'de bir deprem olmuştur. Şiddeti Rihter ölçeğine göre 6,4 olan bu depremde, 1.379 bina ağır, 1.486 bina orta, 9.862 bina da hafif derecede hasar görmüştür. Bir kişinin öldüğü depremde 19 kişi de yaralanmıştır.”

Böylece felaketin büyüklüğü de ortaya çıkmış oldu. Daha sonra şehirde bir hareketlilik başladı. Boş arsalara, üzerinde Kızılay’ın kırmızı hilal bulunan çadırları kuruluyor, insanlar birer çadır kapmak için koşuşturuyorlardı. Mahruti denen ve yukarı doğru sivrilen çadırların içine sobalar kurulmağa başladı. Kızılay’ın dağıttığı sıcak yemekler yeniyor, fırın ve bakkalların önünde uzun kuyruklar oluşuyordu. Okullar bir süreliğine tatil idi. Bize gün doğmuştu. Bütün gün sokaklarda kartopu oynuyor, kızak kayıyorduk.

O gün mahallemizde önemli bir olay oldu. Bir askeri araç geldi, Caminin önünde durdu. Asker ağabeyler, minarenin etrafına tel halat sarıp, haki renkli cemsenin önündeki makaraya bağladılar. Araç çalışınca makara dönmeğe başladı, halat gerildi. Sonra caminin minaresi büyük bir gürültü ile çöktü. Etrafı toz duman kapladı. Cami minaresiz kalınca bir tuhaf görüntüye büründü.
Artık herkes bu soğuk kış günlerini dışarıda geçiriyor ve buna alışıyordu. Derken okullar açılacak haberi geldi. Derslere başladık. Ancak sınıflarda bir tedirginlik vardı ve herkes diken üzerindeydi. Bu arada yeni bir oyun başladı okulda. Sınıfların tavanlarında karpuz gibi lambalar asılıydı. Amfi şeklindeki ders sıraları arka taraflara doğru yükseldiğinden, sınıfın haylazlarından biri, hocanın arkası dönük bir halini kolluyor ve sıranın üzerine çıkarak, karpuz lambayı sallayıp oturuyordu. Sınıf ise hep bir ağızdan;

“Zelzele oluyor hocam,” diye bağırınca, öğretmen panikleyerek;

“Aman çocuklar telaş etmeyin, sınıfı boşaltın, kargaşa olmasın,” diyerek dışarı çıkmamızı istiyordu. Gürültüyü duyan diğer sınıflar da hızla dışarı fırlıyor, bahçeye doluyordu. Böylece dersi kaynatmış olmanın verdiği sevinçle, neşemizi buluyorduk. Artık deprem bir eğlence şeklini almıştı, sonra da unutuldu gitti, herkes normal yaşamına döndü.  Daha sonraki yıllarda ufak tefek depremler oluyorsa da artık herkes alışmıştı. “Yine sallandık,” deyip geçiştiriyorlardı.  

Aradan uzun yıllar geçti, askerlik döneminde Doğu İllerinin birinde görev yapıyorduk. Sınıfımız İstihkâmdı, yani her türlü inşaat, yol, köprü yapımı, iş makinaları, tahrip, mayın döşeme-temizleme, dinamit patlama ne istersen vardı yaptıklarımız arasında. Günlerden bir gün kışlada eğitim yaparken birden yer sarsılmaya, her taraf sallanmaya başladı. TNT tahrip kalıbı patlaması gibi uğultulu bir ses duyuldu, ardından herkes kaçışmaya başladı. İşe el koyup eratı meydana topladık. Görünürde bir yıkım, döküm yoktu. Ancak yakınlarda bir yerde büyük bir deprem olmalıydı, sallantının durumu bunu gösteriyordu. Derken acı haber geldi. 


19 Ağustos 1966'da saat 14:22 de,  Muş İlinin Varto ilçesinde meydana gelen depremin büyüklüğü, 6,9 Ms olarak ölçülmüştü. Bu tam bir doğal afetti. Felaketin sonunda 2.394 ölü ve 1.489 yaralı olduğu söylendi. Aynı yıl içinde Varto’da olan bu ikinci depremdi ve tüm yapıları yerle bir etmişti. Hazırda olan bütün araçlar ve iş makinaları ile yola çıkmamız emri geldi ve felaket bölgesine ulaştık. Ayakta kalan hemen hiçbir yapı yoktu. Binaların ve evlerin çoğu kerpiçten yapılmış olduğundan her taraf moloz yığını halindeydi. İnsanlar perişan bir durumda yıkıntıların arasında dolaşıyor, yakınlarını arıyor veya ufak tefek bazı eşyalarını çıkarmağa çalışıyordu.

 
Önce çadırlar kuruldu ve iş makinaları çalışmaya başladı. En büyük sorunlardan biri içme suyu teminiydi. Bu da bizim en iyi bildiğimiz işti. Hemen bir akarsuyun başına arıtma donanımını kurduk ve brandadan bir depo yaprak temiz suyu orada toplamaya başladık. Halk ellerinde kalan kaplarla gelip su almaya başladı. Daha sonra jeneratörü çalıştırıp elektrik verdik ve gece için hat çekip birkaç ampul bağladık. 

Bir süre sonra dünyanın her yerinden yardımlar gelmeye başladı. Bu kez de araçlarla hava alanından bu malzemeleri getirip yerlerine kurduk ve dağıtımını sağladık. Her şey büyük bir disiplin içinde sürüyordu. Kısa sürede yaralar sarıldı ve normal yaşam başladı. Ancak kaybedilen canlar için, Tanrıdan rahmet dilemekten başka bir şey gelmiyordu elimizen. Bu arada, Ordunun istihkâm sınıfının neden “Mezarcılar” olarak anıldığını çok iyi anlamış oldum. 

Türkiye'nin deprem konudaki kritik kentlerinden biri de doğup büyüdüğümüz İzmir idi.  Geçmişten günümüze, İzmir ve civarında pek çok şiddetli deprem meydana gelmiş. 1900'lü yıllardan itibaren 6 ve üzerindeki büyüklükte o kadar çok sayıda deprem yaşanmış ki deprem İzmirlilerin belleğinde yer etmiş. Bu yeni bir şey de değildi. İzmir’de kayıtlara geçen ilk deprem M.Ö 26’da 7 büyüklüğünde ve Efes gibi birçok tarihi kent ya yıkılmış ya da zarar görmüştü. Osmanlı döneminde de çok sayıda deprem de kentte yıkımlara yol açmış. Bu depremlerden çoğunu İzmir’de bulunduğumuz yıllarda çokça yaşadık. Çoğu zaman da İzmir’in konak meydanındaki ünlü saat kulesinin üst kısımları bu depremlerde yıkıldı ve yeniden yapıldı.


Kuşkusuz yaşadığımız en büyük depremlerden biri,  İstanbul’da 17 Ağustos 1999 sabahı, 03.02'de meydana gelen Kocaeli/Gölcük merkezli depremi idi. Büyüklüğü Mw=7,8 ölçülen deprem, büyük çapta can ve mal kaybına neden oldu. 17 Ağustos depremi tüm Marmara Bölgesi'nde, geniş bir alanda hissedildi. Resmî raporlara göre 17.480 ölüm, 23.781 yaralanma oldu. 505 kişi sakat kaldı. 285.211 ev, 42.902 iş yeri hasar gördü. Deprem gerek büyüklük, gerek etkilediği alanın genişliği, gerek de sebep olduğu maddi kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biriydi.

Ancak 6 Şubat 2023'te dokuz saat arayla meydana gelen, merkez üsleri, Kahramanmaraş'ın Pazarcık ve Ekinözü ilçeleri olan, 7,8 Mw  ve 7,5 Mw  büyüklüklerindeki depremler sonucunda resmî rakamlara göre en az 50 bin insan hayatını kaybetti ve toplam 122 binden fazla kişi ise yaralandı. Depremlerin ardından büyüklüğü 6,7 Mw 'e kadar varan 33 binden fazla artçı sarsıntı gerçekleşti.

Evet, Türkiye bir deprem ülkesi ve bu ülkede yaşayan bizler, yaşam boyu depremler ile iç içe, yan yana yaşamayı ve buna alışmayı becermeliyiz.
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt